ADEM”LİKTEN “ADAM”LIĞA…

Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş. Şeytan kadını epeyce izledikten sonra, yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış, debelenmiş […]

Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineğini sağan genç bir kadını uzaktan izlemiş. Şeytan kadını epeyce izledikten sonra, yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş.

Buzağı az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış, debelenmiş ve boynundaki ip çözülmüş. Koşarak annesini emmeye giden buzağı o hızla süt kovasını devirmiş. Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış. Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.

Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü sanıp ineği tüfekle vurmuş. Silah sesini duyan koca, karısını yerde cansız yatar, babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını öldürmüş.

Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş. Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan:

“Ben ufak ufak savuşayım. Bu felaketi de bana yüklerler şimdi. Oysa ben buzağının ipini gevşetmekten başka ne yaptım ki” demiş..

Gülümseten ve aynı zamanda da düşündüren, hemen herkesin bildiğine inandığım “kıssadan hisse” bir nükteyle başladım bu haftaki yazıma okuyucu ve takipçilerimi bir “gönül alışverişine” çağırarak.

Evet, en büyük nimet olarak bahşedilen aklımızı kullanamadığımız için tüm suç ve kusurlarımızı ona yükleyerek vicdanlarımızı rahatlattığımız; Hakk’ın üzerine batılın libasını giydirip muhatabının basiretine engel olan şeytandan, Allah ile olan ilişkisi anlatılırken “İblis” (umudu kesen) diye söz ediliyor ama insanlarla olan ilişkisi anlatılırken tekil şahıs çoğula dönüşüyor ve bu kez “şeytan”(tuzak kuran) adını alıyor. Rahmet nezdinde huzurdan uzaklaştırıldığı için ondan kaçan herkes de rahmete talip oluyor.

İlginçtir; bir çok insan, şeytanı Allah’ın düşmanı zannediyor ama kitabın ikazıyla şeytanın düşmanlığı sadece insanadır ve topraktan yaratılan ateşten yaratılana meylettikçe kendini fıtratını bozup şeytanlaşıyor. Zira İlahi kelamın “İblis” dediği itaat etmeyen düşünce sistemi, şeytan ise bu düşünce sistemi içinde ortaya çıkan karakterdir ve toplumcu ruh etrafında odaklanan kelam, bireyci ve sömürücü odakları “şeytan” olarak tanımlıyor. Yani eli mızraklı, her suç üzerine atılan,insanın kendi varlığından bağımsız tasvir edilen “şeytan” düşüncesi, mitolojik bir mit olup realiteye uymayan tanımlamalardan ibarettir ve kelamın “şeytan” tanımı varlık aleminin bizzat içinde, sınırları dahilindedir. Öyleyse diyebiliriz ki, şeytan bir varlık değil; karakter ölçüsüdür. Varlık olan şeytani karakterin üretim merkezi olan İblis’tir.

Aklın, sezişin, duyuş ve idrakin, bilip ve tanımanın veya farkedebilmenin en keskin ve seçici hali olanşuur yolunda ilerleyen kim olursa olsun teşhisleri hassaslaştıkça şeytanın nerede ve nasıl bir şekilde hayata müdahil olmaya çalıştığını görebiliyor. Bu noktada şuur, belki de bu dengeyi kurabilmenin adı olarak öncelikleri belirleme ve neyi, niçin talep ettiğini yakinen bilme hali olsa gerek.

Zaten asıl rahmet cahillikten ilme, suçluluktan tövbeye, zulümden adalete,nefisten vicdana, batıldan hakka yönelebilmek değil mi? Düşmanını tanımayan bir idrak dostuna hürmet edebilir mi?

“Ölmeden evvel ölün” diye buyuran Alemlere rahmet olan; asıl diriliğe talip olanlara kalbin ihyası uğruna ilim ve hakikatle dirilmek için önce cehalet ve vehimlerin öldürülmesi lazım geldiğini, Kelime-i Tevhid’in “La ilahe” ile başlarken inanca dair tüm enkazları süpürmesi gerektiğini, ardından “İlla Allah” ikrarıyla evvelce temizlenmiş olan gönül arsasına Birlik Sarayını inşa etmemiz gerektiğini haykırmıyor mu?

Ama şükrün, izzetin, edebin, basiretin, kalp ile akledişin, ilmin, şuurun, korkunun ve umudun bir arada zikredildiği rahmete talip birçoğumuzun şuursuzluğundan olsa gerek kazançlarımızın helal olması veya zekatlarımızı vermemiz karşılığında emanet olarak aldığımız mülklerin verilecek hesabınıntamamlandığını sanıyoruz. En temel rızıklar olan aklımızın, vicdanımızın veya irademizin hesabını atlayarak üstelik. Çünkü rızkı salt “gıda” olarak görerek boğazımızdan geçmeyen nimeti “rızık” olarak saymıyoruz. Kendimizi salt et ve kemikten ibaret sandığımız için de yukarda açmaya çalıştığım şuurumuz körleşiyor.

Oysa ki gökten inen yağmurun bedenin ihtiyaç duyduğu rızıklara vesile olmasına benzer şekilde insan doğmak ile insan kalmak arasındaki o incecik çizginin yol haritasını sunan arştan inen vahiy de ruhun gıdasıdır.

Ruhumuza gerekli gıdayı veremediğimiz için sadece gözümüzün ve karnımızın açlığını dert edinerek sahip olduklarımız arttıkça asıl rızık vereni unutup O’na sığınmak yerine salt birer imtihan olan rızkımıza güvenip dayanıyoruz. Batıl bir tutku olan mülk arzusunun Allah ile aramıza girdiğini, bize verilen en büyük rızkın yaşamın ta kendisi olduğunu atladığımız için de çevremizdeki sayısız “var”lar yerine sayılı olan “yok”ları görüyor; rızktan yana asıl mahrumiyetimizin birkaç “yok”u görürken mevcut “var”ı görememek olduğunu farkedemiyoruz.

Helal rızkın hesabını, haram olanın azabını vaad edenin şükür sahibine de nankörlük edene de ayrım yapmaksızın rızkını verdiğini atlayarak rızık denince sadece “su” ve “iaşeyi” hatırlıyor; akledebilen bir kalple asıl gözetilmesi gereken rızkın hayatı okuyabilmek ve tüm yaratılmışa karşı sevgi ve merhametle donanmak olduğunu; ruhun rızkının ise “sahip olmaktan” değil şahit olmaktan geçtiğini unutuyoruz.

Tam da bu noktada diyebilirim ki insan için asıl bela ve musibet; mülkçe zengin olmak değil, emanet şuurunu yitirmektir. Zira helal ve temiz yollarla kazanılan, hayırda harcanan, bölüşülen, emanetçisini şımartmayan, yani kalbe değil keseye girip çıkan mülkün şuur ile bir derdi olamaz.

Öyle ya Harun Nebi’ye öykünerek yola çıkan niceleri Karun gibi yoldan çıkmamış, fani olduğu halde baki olanın yerine göz dikmemiş miydi?

Peki girişteki nüktede andığım haliyle bizim buzağımız kim sizce?

Seçip zikredeceğim her bir nimetin diğerlerine karşı edepsizlik olabileceği korkusuyla diyebilirim ki,bizim buzağımız; tek toplumu bölen, parçalayan, etnik; ideolojik söylemler ile kalbura çeviren zihin dünyamız; paylaşımcı temellerini sarsan mülk ve hegemonya aşkımız; mal ve mülke egemen olmak suretiyle, insanlığa hâkim olma egomuz; çokluk ile övünme şizofrenimizdir.

Evet, bu gerçekten hareketle gözümüzle değil kalbimizle bakmayı dileyerek asıl kıyamın şerri emreden nefislere tabi olan ve ölüce hissiz duran vicdan sahiplerini ayağa kaldırmanın bilinci içinde; hakikatten nasipsiz ölü misal tenlerde mahpus ruhları tastamam ayağa kaldırmak için diyebiliriz ki; İlahi nimete talip olan herkes için servet ile şuur biri arttıkça diğerinin mutlaka azalması gereken iki düşman gibi görünüyor.

Hatırlıyorum söyleşilerimden birinde gençlere benimle buluştukları için teşekkür edince şaşırmışlardı “neden siz teşekkür ediyorsunuz, biz size yüzlerce kilometre yoldan geldiğiniz için teşekkür borçluyuz” diyerek.  Ama ben onları farklı bir bakış açısına davet ederek asıl teşekkürü onların hakettiğini ikrar etmiş ve eklemiştim;

Kulun kendisi de Allah’ın mülküdür, emanetçisi olduğu mal ve mülk de. Şu takdirde, Allah’ın mülkü olan kulun Allah’ın emaneti olan malından Allah için infak etmesi, Allah’a bir ikram değil, Allah’ın kula olan ikramıdır. İşin hakikati, yaptığı infak karşılığında kulun karşılık beklemeye bile hakkı yoktur. Zira infak edebilme liyakatinin bizzat kendisi Allah’ın o kula verdiği bir ödüldür. Eğer kulun infakına Allah bire sonsuz ödül veriyorsa; bu, o kul onu hak ettiğinden değil, Allah’ın sonsuz ikram ve ihsan sahibi olmasındandır.

Yanisi birine iyilik yaptığımızda ona iyilik yapma imkânı vermekle, aslında Allah’ın bize iyilik yaptığını anımsamamız gerekiyor. Bu yüzden teşekkür beklemek yerine tam tersine Allah’ın rızasına ulaşmamıza neden olduğu için bizim karşıya teşekkür borcumuz var. Zira bizim başkalarına verdiklerimiz aslında Allah’ın bize verdikleridir ve gerçekte infak eden Allah’tır, bizi de bu amaç için kullanmıştır.

İşte bu bilinç içinde inşa edeni ve dileyip lütfedeni kalben unutmamak adına ikrar edebiliriz ki “emanet” idrakini yitirerek servetiyle şımaranlar, zaman içerisinde güçleriyle kibirlendikleri gibi nihayetinde kendilerini “yıkılmaz” addederek varlığın asıl sahibiyle bağlarını koparıyorlar. Belki dışarda olan veya görünen bir puta tapmıyorlar ama içlerindeki o görünmez ve sinsi putun, nefislerinin gönüllü kölesi oluyorlar. Mülkü mutlak surette kendisine ait gören nefis de varlığın asıl sahibine olan şükrü atladığı gibi bir gün tüm bu emanetler için O’na hesap vereceğini unutuyor.

Kendilerine verilenlerin çokluğunu Allah katında kıymetli oldukları (!) vehmine bağlayan inançlı ve helal amel sahibi ama şuurdan ve kulluk edebinden yana idrak yetimlerini eminim sizler de çevrenizde çokça görüyorsunuzdur.

Ez cümle, iş ve duruşlarımızın niyet ile uygunluğuna azami dikkat göstermemiz gereken hassas bir zaman dilimini yaşıyoruz. Zira yeryüzünde neyi, niçin, nasıl yaptığını bilmeyen ve niyet ettiği şeylere uygun adımlar atmayan bir akıl gökyüzüne kanat çırparken de yalpalamaya mahkûmdur. Bu yüzden Hakk’a bakan yüzümüzde hal ve ahvalimizle şükür, halka bakan yüzümüzde ise teşekkür olmalıdır.

İlahi kelam “nezir” sıfatıyla muhataplarını tehlikelere karşı uyarırken nelerden kaçınması gerektiğini de anlatıyor ve “beşir” oluşuyla müjdelerken yönelinmesi gereken hedef olan “hiç”lik makamını da vazediyor. Bu yüzdendir ki Muhammedi nefesin esası “adam kazanmak” değil, “ademlikten adamlığa” çıkılan bu yolda ademe adam olması için hakkı göstermektir.

Tam da bu noktada yazının başında andığım ve Adem’e olan kini nedeniyle onu ve neslini yoldan çıkarmaya çalışan İblis, aslında yoldan çıkış gerekçelerini aynıyla ve hatta fazlasıyla insanlara da yüklemeye çalışıyor.

Öyleyse; âlimiyle, cahiliyle, zalimiyle şu koskoca toplum bize Rabbimizin emaneti olduğu içinyaşanmışlıklarımızı zemheri karanlığımıza ışık yaparak, aldanmışlıklarımızı kaderin ve kalemin sahibine teslim edip affetmenin azizliğine sığınarak, adanmışlıklarımızı şiar edinerek nankörlük, vefasızlık veya umursamazlıkla mukabele görsek dahi tek bir ferdin ruhunda yaratacağımız inkişafın tüm insanlığa hayat verebilme mesabesinde olduğunun farkındalığıyla hareket etmeliyiz. Çünkü insanlığın tekâmül serüvenine sunacağımız her katkı, bir onur ve şeref madalyası gibi göğsümüzde dalgalanacaktır. Zira Allah’ın isim ve sıfatlarını kendisinde kâmilen beyan eden insanoğlunun hâkimiyeti, Allah dışında güç, kudret ve benlik kabul edilmezse Allah’ın hâkimiyeti demektir.

Bitirirken gönlümüzden taşıp semayı titreten sessiz çığlıklarla “Ya Rab!” diyelim;

Sevgiye ihtiyacımızın had safhaya vardığı bu demlerde biliyoruz ki ; Sen’den başka sevenimiz yok, Sen’den başka bizi düşünen, bize karşılıksız değer veren, bizi koruyup gözeten yok. Dünyaya yaslandık, tutundukça çokça düştük. Kula Yaslandık, yapayalnız kaldık karanlık gecelerde. Hüznümüzü görmedi, bilmedi, duymadı, umursamadı sevgiye boğduklarımız. Kör bir kuyuydu sanki, o sevgiyi sebil ettiğimiz yürekler, sevgimizi yutup tüketenler. Oysa gerçek sevgi Sen’sin. Karşılıksız seven Sen. Aşkının bendesiyiz Ya Vedud! Bizi Sevgi’siz, Hami’siz, Sen’siz Koyma!

Müebbet Muhabbetle…

Exit mobile version