AMASIZ ADALET

Kaynaklarda geçer! ‘İmam-ı Azam’ olarak bilinen Ebu Hanife’nin bir öğrencisi ders halkasındaki öğrencilerini ders bittikten sonra yapılan evin inşaatına yardımcı olmaları için götürür. Öğrencisinin biri, kendisinden taşın altına koymak üzere küçük bir çakıl taşı isteyen ustaya, üşendiği için yere eğilmeyerek komşunun duvarındaki eğreti bir çakılı çeker ve uzatır. Buna şahit olan İmam-ı Azam, öğrencisine ertesi […]

Yazar Sadikoglunun Ucretsiz Kitap Seti Kampanyasi

Kaynaklarda geçer!

‘İmam-ı Azam’ olarak bilinen Ebu Hanife’nin bir öğrencisi ders halkasındaki öğrencilerini ders bittikten sonra yapılan evin inşaatına yardımcı olmaları için götürür.

Öğrencisinin biri, kendisinden taşın altına koymak üzere küçük bir çakıl taşı isteyen ustaya, üşendiği için yere eğilmeyerek komşunun duvarındaki eğreti bir çakılı çeker ve uzatır.

Buna şahit olan İmam-ı Azam, öğrencisine ertesi gün babasıyla birlikte gelmesini söyler.

Çocuğun babasına İmam’ın söyledikleri günümüze bir tokat niteliğindedir;

“Bu çocuğu al ister marangoz olsun ister demirci ister ayakkabıcı olsun ister terzi; fakat ilim adamı etme! Yoksa ilmin onurunu ayaklar altına düşürebilir!”

Eskilerin hikayesi bu.

Bizim hikayemiz ise daha farklı.

Zira tarihe baktığınızda eğitim sistemimiz, II. Mahmut’tan bu yana hep ‘devrim’ üstüne devrim geçirmiştir. Fakat hikmetinden sual olunmaz, üzerinden neredeyse 200 yıl geçtiği halde hâlâ bir türlü oturmamış; bırakınız oturmasını, gün geçtikçe daha da berbat hal almıştır.

Ömrünün en değerli yıllarını okullarda harcayan üniversite mezunlarına bakıyorum; (istisnalar bir yana) bilgi, kültür, dil, bilinç, düşünce açısından gerçekten acınılası bir irtifa kaybı söz konusu. Zira etrafımız diplomalı cahiller ordusu!

Öyle ya bir neslin, bir gençliğin, bir toplumun “anlama ve kavrama yeteneğini” okullarda, medya, parti, dernek, sendika, tarikat ve cemaatlerde öldürmüş yok etmiş ve beynini sabit düşünceye programlamışsanız ona hangi kitabı okutursanız okutun; o, karşılaştığı farklı düşünceleri asla hazmedemeyecek, karalayarak yok etmeye çalışacak ve yine her okuduğundan kendi haklılığını çıkaracaktır!

Kim bilir, belki de sistemin daha başlangıçtan beri üretmeye çalıştığı ‘ideal insan tipi’ buydu!

Eğer cidden böyle ise, bugünkü dövünmemizin sebebi neden?

Neden bugün merhametin toprağında yeşillendirilen yaban otlarıyla tek, bireyci, acımasız ve merhametsiz bir kültür oluşmasına müsaade ettik?

Yok amaç bu değilse neden üzerinde oturduğu manevi zenginlikten bihaber bu topluma dilenci olmayı muamelesini reva görüyoruz?

Biz cidden kendi gök kubbemizi kendimiz örebilecek güce gerçekten sahip değil miyiz?

Siz zihin torbanızda bu soruların cevaplarını arayadurun ben bu yaramızı kaşımaya devam edeyim;

Bir konferansta bayan bir kardeşim, Mehmet Akif Ersoy’dan (rahmet olsun) dizeleri sıralayınca sormuştu;

“Hocam, Akif’i anmak güzel ama sizce biz neden artık Akif yetiştiremiyoruz?”

Cevabı basit aslında;

İlahi beyanda anlatılan Habil ve Kabil kıssasını sanırım hepiniz biliyorsunuz.

Bir tarafta elindekinin en iyisini ve en kalitelisini Allah’a layık gören Habil. Öbür tarafta ise sahip olduğunun en değersizini Allah’a sunan Kabil.

Evet, yaratıcı kudret eşreflik sıfatını bahşettiği insana sahip olduğu her şeyi bağışlamış, fakat kul bunca bağış karşısında en gerisini, en düzeysizini, en kötüsünü layık görmüş; kötüyü ona layık görenleri ise Allah, yarattığı sistem gereği kötüye mahkûm ve mecbur etmiştir.

Göğsünden hükmet emdiğimiz Anadolu Medeniyeti ise bunu “Baba oğula bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzümü çok görmüş” şeklinde ne güzel özetlemiş.

Başımızı dizlerimizin arasına, elimizi vicdanımıza koyarak, gözümüzü gönlümüze döndürerek konuşmak lazım ki, hiçbirimizin aslında “Akif yetiştirmek” gibi ne bir hevesi ne de bir gayreti var! Zira Akif yetiştirebilmek için önce aslında Farsça olan ve bizdeki anlamı “hazine” olan ‘genç’ kavramının farkına varmak, yani elimizdeki hammaddeyi fark etmek lazım.

Ancak gelin görün ki, otuz beş milyonluk muhteşem bir genç nüfusa sahip olan bu mümbit coğrafyanın zeki ve işe yarayan çocuklarını bu coğrafyanın ruh köküne kibrit suyu dökmeye yemin etmiş ve dünyanın dört bir yanına kök salmış çok uluslu şirketleri paylaşıyor.

Bu şirketler mevcut potansiyelimizin kaymağını yiyorlar; zira gençlere bol para, statü ve refah vaat ediyorlar. Kabul etmek gerekir ki; günümüz kapital anlayışında da bu vaatlere ‘hayır’ demek mümkün olmuyor.

Geriye kalan kesimi ise gerek hayat pahalılığı gerek sağlayamadığımız istihdam gerek oturtamadığımız eğitim sistemi ile kendi ellerimizle Avrupa’lara biz teslim ediyor; “alın, bunların zihinlerini kendi değerlerinizle kendi okullarınızda inşa edin!” diye ikram ediyoruz.

Onlar da hem eriyen genç nüfuslarını takviye ediyor hem beyin göçünün hasılatını devşiriyor hem de bu kültürün çocuklarını kendilerine medyun ve meftun bırakarak bu coğrafyanın geleceği için yapılacak insan yatırımının önünü kesmiş oluyorlar.

Peki başkalarının inşa ettiği zihinden gelecek beklenir mi? Pek tabi ki, hayır!

Yani bugün gençlerimizden Akif’ler çıkmıyorsa bunu biz istemiyoruz, bu uğurda yürek teri dökmüyoruz ve Allah da bize tercihlerimizin karşılığını veriyor.

Öyle ya öz evladına sahip çıkamayan ve “üçüncü sınıf” muamelesini layık gören bir toplum birinci sınıf bir gelecek hak eder mi?

Gençlerine üçüncü sınıf muamelesi yapan bir toplum pek tabi ki, üçüncü sınıf bir geleceğe mahkûm olacak demektir.

Yani gençlerin yetiştirilip topluma ve insanlığa faydalı birer fert olması için de yine “amasız” olması gereken “adalet” kavramına ihtiyacımız var.

Peki sıklıkla sözünü ettiğim “amasız adalet” nasıl olacak?

İflas etmiş tüccar misali eski defterlerimi karıştırırken rastladığım enfes bir manifesto;

İslam ordusunun komutanı Halid b. Velid(ra), bir gaza sırasında ordunun önüne çıkan ırmağı geçmek için su derinliğini ölçmek ister. Tabi devir bugünkü gibi imkânın “insanları azdırdığı” bir devir değildir.

Bir askere emir verir ve asker aldığı emir üzerine suya iner; ancak yüzme bilmediği için boğularak vefat eder.

Olay, kısa süre içinde Hz. Ömer (ra)’e nakledilir.

Hz. Ömer (ra)’in ortaya koyduğu “dillere destan” amasız adalet anlayışında askere emir vererek boğulmasına sebep olan başkomutan Halid b. Velid (ra) birinci derece sorumlu tutulur ve yapılan muhakemeden kısas kararı çıkar. Yani şehit olan askere karşılık ortaya koyduğu askeri deha ile İslâm tarihine adını altın harflerle yazdıran Halid b.Velid(ra) feda edilecektir.

Exit mobile version