Anlamsız, diğer bir deyişle hikmetsiz iş yapmayan İlahi işleyiş, insanı yokluk aleminden varlık alemine taşımakla aslında hayatın anlamına dahil etmektedir.
Dolayısıyla varlığımız hayata bir anlam katmaz, biz varlığımızın farkına varamazsak hayatın anlamından mahrum oluruz. Zira yaşam dediğimiz süreç “biz olmasak da” zaten başlı başına anlam ifade ediyor.
Yani güneş biz olmadan da doğar. Nehirler biz olmadan da akar. Kuşlar biz olmadan da uçar, güneş biz olmadan da ısıtıp ışıtır. Yaz biz olmadan da ısıtır, kış biz olmadan da üşütür.
Bizim bu sürece dahil olmamız hayata anlam vermemizden değil, hayata verilen anlamı fark etme, diğer bir deyişle “aklımızı” kullanma yeteneğimizden gelir.
İşte ilahi hitabın fark etmemizi istediği yer, tam olarak burasıdır.
Zira mesaj gayet nettir;
“Ben seni iyi işler yapıp yapmayacağını sınamak için “sensiz olmaz” diyerek yokluk aleminden varlık alemine taşıdım ama varlık seni şımartır ve sen varlığın anlamına dahil ol(a)mazsan sensiz de olur.”
Tarih şahittir ki varlığı ile hayata anlam kattığı sanrısına kapılan her birey ve toplum, alçaltıcı felaketlerle sınanmıştır.
Bu yüzdendir ki çağımızın vazgeçilemez değerleri kılınan arzu, heva ve istekleri ile bunları ısrarla körükleyen haz, hız ve ayartıcı şeyleri yaşamlarının ilahı kılanlar, hayatın sözünü ettiğim anlamını kaybeder ve onu sadece kıyısından yaşarlar.
Lafın kısası bir hak-batıl savaşı varsa (ki var) bu savaşın bir diğer adı da anlam-anlamsızlık savaşıdır. Üstelik bu savaş, zaman ve mekân üstü bir savaş.
Anlamsızlık ve amaçsızlık, kendisine sahte bir meşruiyet peyda etmektedir ki bugün hayatın her alanındaki yozlaşma ve kokuşmada bu sahte meşruiyetin payı büyüktür.
Bugün sevdiğimizi iddia ettiğimiz ve ahlâkının varisi olarak aslında her birimizin birer merhamet abidesi olarak onun misyonunu taşımakla görevli olduğumuz Alemlere rahmet olanın misyonu da, insana sözünü ettiğim kaybettiği anlamını yeniden kazandırmak ve doğru anlamanın tüm zamanlarda ve mekânlarda geçerli olan koordinatlarını göstermekti.
Zira gönderildiği zamana baktığınızda, dünya üzerinde kendi öz evladını sırf “kız çocuğu” diye toprağa diri diri gömebilecek kadar yaşamın anlamını yitirdiği, insanlığın en karanlık olduğu bir dönem göze çarpıyor.
İlahi kudretin O(sav)’nun öksüz ve yetim bırakılışı ile başlayan ve kırk yıl süren mahrumiyet eğitimi tamamlanmış; kemale eren ruh, yürekten kopan bir vicdani haykırışın evren tarafından da desteklenmesi ile hayatın anlamını yeniden yüreklere üflemiş; bu haykırış tam yirmi üç yıl sürerek anlamın ve vicdanın üzerindeki tüm koyu perdeleri kaldırarak insan denen kutsalı yeniden özüne kavuşturmuştur.
Kendisine yüklenen bu ilahi misyonu tamamlayarak, her canlı gibi vadesini tamamlayan Alemlere rahmet olan; geriye insanoğlunun öz benliğiyle, ona can veren kudretle ve eşyayla ilişkisini en makul bir biçimde nasıl kurabileceğinin, bütün bunları nasıl anlayıp hayatını ne şekilde anlamlandıracağının “güzel bir örneğini” bırakmıştır.
Ancak bugün görüyoruz ki, bizzat O(sav)’nun sayesinde anlama sorununu çözmesi ve hayatı tekrar anlamlandırması gerekenler, O(sav)’nu yanlış anlamışlardır ve hüsnü zannımca insanlık tarihi boyunca hiçbir insan bu kadar “yanlış” anlaşılmamıştır!
Zira bugün, gönderiliş amacı “doğru anlamayı temin” olan Alemlere rahmet olan, kendisini ahlâkının varisi olarak tanımlayanlar tarafından yanlış anlamanın nesnesi kılınmıştır.
Peki tabi ki böylesi bir zeminde, peygamberlik kurumunun misyonunu hâlâ ifa etmesini beklemenin, abesle iştigal etmek anlamına geleceği aşikâr.
Zira bu ilâhî müessesenin misyonunu tam anlamıyla ifa etmesi, “örnek” kılınan evrensel nebevî değerlerin yeniden üretilmesi yani hayatın anlamının iadesiyle mümkündür. Bu formasyonun kazanılması için de, bir örneklik kurumu olan peygamberlik kurumunu efsaneye mahkûm edip insanüstüleştiren ya da indirgemeci bir mantıkla “tarihe mahkûm eden” peygamber tanımlamalarının kalem ve kelam ehli tarafından teşhir edilmesi şarttır.
O halde ilk iş, anlam düşmanlarına karşı anlamın egemenliğinde bir hayatı yeniden inşa etmektir. Bunun ilk adımı da tasavvurun inşasından geçiyor.
Anlamın anlamsızlığa karşı zaferi de ancak ilahi bir inşa projesi olan ilahi hitabı muhatap almaktan geçer. Zira bu hitap muhatabının aklını, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için inmiştir ve insanı içinden aydınlatır. Çünkü içinden aydınlanamayan hiç kimse, dışını aydınlatamaz.
Peki biz bu anlamı nerede kaybettik?
Geçmişiyle geleceği, tarihiyle talihi, doğu ile batı arasında sıkışıp kalan bu mümbit coğrafyanın bugünkü sancısı “ekonomik” olarak görülse de bence bu geçici bir sancı.
Zira bizim karın ağrımız arz ettiğim gibi hayatın anlamını kaybetmek!
Lale Devri’yle başlayan üç yüz yıllık Batılılaşma serüveniyle, çağdaşlaşmayı “mecburi istikamet batı” komutları eşliğinde düşünen muktedir akıl(lar)dan kimisi bu coğrafyayı Kaf Dağı’na götürmeyi, kimisi ise Kaf Dağı’nı bu ülkeye getirmeyi düşündü ki, bunu yarım asra merdiven dayayan bir ömürle ben de solukladım.
Her birinin üslubu ayrı, düşüncesi ayrı, dünya görüşleri ve hayat tasavvurları ayrıydı ama hepsinin özlemi, amacı ve arzusu “insanca, onurlu, umutlu ve mutlu bir biçimde bir arada yaşamak” idi. Ancak hiçbiri ruh köklerimizi besleyen manevi dinamikleri yani asıl anlamı görmedi, kim bilir belki de göremedi!
Sorun, sanki tam da bu konudaki bir soruda düğümlendi hep;
Biz özlemini duyduğumuz “anlamı” üretecek miydik, yoksa tüketecek miydik?
Öyle ya, eğer tüketeceksek mesele yok!
Hep olduğu gibi gider, batının medeniyet(!) kapısında kuyruğa gireriz; o da ihsan buyurur, insafa gelir bize “anlam” lütfederse, onu âfiyetle tüketir, bitince bir daha boyun büküp demokrasi dileniriz.
Peki ya bu anlamı biz üreteceksek?
Hiçbir toplumun tarihsel tecrübesi yani anlam birikimi bir başka topluma aynen aktarılamayacağı için, anlamı doğal olarak bizim yukarda anmış olduğum kendi köklerimizden beslenerek üretmemiz gerekmez mi?
Öyle ise bulunduğumuz mümbit coğrafyada aidiyet duyduğumuz insanlık tarihine yön veren bir medeniyetin mirasçıları olarak“nereden başlamalı?” sorusunun cevabını ile uğraşmak yerine, “nerede kalmıştık?” sorusuna cevap aramak ve bu sayede muhtaç olduğumuz anlama ulaşmak zorundayız!
Yani bugünkü anlam arayışımızın çözümü el kapısında değil; kendi kapımızda, ruh köklerimizde, bize ait olan değerlerde, Anadolu Medeniyeti ile hala diri kalan koşulsuz sevgimiz, katıksız merhametimiz ve amasız adaletimizdedir.
Kabul edip görmek istemesek de bu bereketli coğrafya, bugün kendi beynini yiyerek ayakta kalacağını sanmakla kendisine en büyük kötülüğü yapmaktadır. Zira bu mümbit toprakların “anlam üretebilecek” hazine değerinde bir insan ve düşünce potansiyeli vardır, fakat bu potansiyel âtıl haldedir.
Ama bu, bugün dünden daha kötüdür olarak da algılanmamalı!
Çünkü ilahi kudret nasıl ki doğayı çelişkiler, çatışmalar, inişler, yokuşlar, zirveler ve vadilerle doldurmuştur bu insanlarda da toplumlarda da kültürlerde de böyledir.
Bizdeki hayal kırıklığının en büyük nedeni; hayatı ve hareketi tekdüze, mekanik, doğrusal ve standart algılama hatasıdır. Oysa, insanların anlam arayışında yazdığı tarih de tıpkı coğrafya haritası gibi zirveleri ve vadileri, yokuşları ve inişleri, düzleri ve eğrileri olan bir yapıdadır ve inananlar da bu yasaya tâbidirler.
Yani insani ve toplumsal hareketlerin de iç çatışmaları, gerilimleri, dramları ve trajedileri vardır. Dinamik kadere tâbi olan insanı, doğadan ayıran şey “kendi bireysel duruşunu” seçme yeteneğine sahip olmasıdır.
Sözünü ettiğim anlam arayışında herkesin kaygısını çekmesi gereken nokta da burasıdır.
“Tarih koklayan” biri olarak biliyorum ki, insanlığın yürüyüşü olan “tarih” devam ediyor ve yarının üstte olacak olanları bugünün ya da dünün alttakileri arasından çıkacak, insanlığın ihtiyaç duyduğu sevgi, merhamet ve adaletten müteşekkil olan anlam, yeniden ortaya çıkacaktır.
Dolayısıyla bugünkü problem ‘kendimizle’, ‘kendi anlamsal zenginliğimizle’ olan kopukluğumuzda aranmalıdır.
Anlamı bulmak isteyenler, onu bıraktığı yere baksınlar kafidir.
Farkındalık dileklerimle!