İslam tarihini irdeleyerek Hz. Osman’ın halifeliği ile çatırdamaya başlayan ve nihayet Kerbela ile zirveye çıkan “taraf olma”, “politize olma”, “baş olma sevdası” ve “fanatizm”in; bizzat Allah tarafından Alemlere rahmet olarak” gönderildiği müjdelenen bir peygamberin torunlarını nasıl vahşice katledip yok edebildiğini öğrendiğim günden beri siyasi konular hep aklımın midesini bulandırmayı başardı.
Bu nedenle olsa gerek bugüne kadar siyaset, -izm ve -ist eki taşıyan hiçbir oluşum; taraf olmak adına tek satır yazdığımı anımsamıyorum. Ama toplum içinde yaşayan bir fert olarak da olan bitene kayıtsız kalmak bize göre değil. Zira hep andığım gibi Müslüman olmak kaliteye mecbur olmaktır.
Bu yüzden de özellikle son dönemde artık neredeyse hayatımızın her anına nüfuz eden “seçimler” ile ilgili birkaç kelam etmek istiyorum.
Zira kafamızı nereye çevirsek, hangi siteyi açsak, hangi kanala zoomlasak, hangi dost meclisinde otursak ortak konu “seçimler”.
Ama itiraf etmek gerekir ki yazık ki bizim gibi ülkelerde siyasetin girdiği yerden akıl, mantık, basiret, feraset, ahlak, vicdan çıkıp gidiyor geriye sadece hırs, öfke, kin, nefret ve düşmanlık kalıyor!
Tembel, kolaycı, hayatı ezber yaşayan, hamasi nutuklarla galeyana kolaylıkla gelerek bütün sorunlarını hallettim sanan, düşünmeyi ar sayan, toplumsal hatalardaki sorumluluk payıyla yüzleşmekten ürken; tefekküre niyeti, vicdani muhasebeye çapı ve mücadeleye gayreti olmayan bir toplumda nifak tohumları kısa sürede fesat ağacına dönüşüp tekfir meyvesi verir çünkü.
Kim bilir belki de bu yüzden ilahi hitapla bereketlenen, İslâm’ın diriltici soluğu ile abad edilen topraklar adım adım zulmün, gözyaşının, haksızlığın merkezi olmaya başladı.
Belki de bu yüzden alemlere rahmet olanın mütevazi evinin yerine saraylar yükseliyor; gönüller inşa edilmeden şaşalı mescidler, camiler inşa ediliyor.
Büyük çilelerle sürülen, şehit kanlarıyla sulanan iman toprağında açması gereken çiçeklerin yerini dikenler kaplamasının sebebi belki de budur.
Yetimin çığlığının, düşkünün feryadının duyulmaması; yoksulun, sahipsizin gözyaşlarının görülmemesi de bu yüzdendir belki de kim bilir.
Çünkü kişilere ulaşan nimet, kadri bilinmediği taktirde bir süre sonra külfet olarak belirir ve insan kendisine ulaşan nimetlerin yüceliğince gitgide çetinleşen imtihanlarla sınanır.
Bakın hayatlarımıza…
Nefsimiz, heva ve hevesimiz, dünya sevgimiz, ölüm korkumuz, gelenekten kopuşumuz, ters düz olan gelecek algımız, hakkı hukuku gözetmeden öteye beriye savrukluğumuz, farkında olmadığımız dengesizliğimiz, şuursuzluğumuz, ilimsizliğimiz, amelsizliğimiz, ihlâssızlığımız ve en çok da çıkarlarımız ön planda değil mi hep?
Attığımız her yanlış adımla birlikte irfânımız, izânımız, insafımız yaralanıyor; iyiliğimiz, güzelliğimiz, kardeşliğimiz can çekişiyor; adaletimiz, insanlığımız, iddiamız ölüyor görmüyoruz. Oysa ki hep andığım gibi dışardaki dünyaya diriltici bir nefes sunmak istiyorsak ilkin içimize sefer etmek, orayı temizlemek, oradaki kirlerden kurtulmak zorundayız.
Çünkü hakikat, insan hayatında gizlidir.
Hakikatin şifreleri hayata nakşedilmiş, keşfedilmeyi beklemekte, bu keşfi başaran nasipliler ise varoluşun diriltici soluğunu hayatlarına üflüyor ve hayata nakşedilen bu hakikatleri keşfedebilmenin yolu ise hayata değebilmekten, çevresinde olup bitenin farkında olmaktan, hayatı soluklayabilmekten ve duyabilmekten geçiyor.
Ama ne acı ki günümüzde hayata değemeyen, hayatın derinliklerine inemeyen; hayatı yeme, içme, üreme ve uyumadan ibaret görerek hayatın sığ sularında gezinen çağımızın modern insanı(!); hayatı değil kütlelere dönüşen kitleler halinde çağın ördüğü ağları yaşıyor ve bu ağlara hapsolmayı “yaşamak” sanıyor. Böylelikle de hayattan, hayatın koku ve dokusundan uzaklaşıyor, hakikatle buluşma ve onunla temas kurma yollarını kaybediyor; gören körlerden, duyan sağırlardan, vicdanı örtülenlerden, kalpleri mühürlenenlerden oluyor.
Siyaset dedik, oraya dönelim ve soralım;
Peki Müslüman siyasete bulaşmamalı mı?
Tabi ki Müslümanın da bir dünya görüşü, hayata bakış açısı, devlet yönetimi olacak. Ama bu bugünkü “kime oy vereceksin” karmaşasında toplumu adeta keskin bir bıçak ile ortadan ikiye bölen bir kutuplaşma şeklinde mi olmalı?
Ya da etrafını leş kargaları bürümüş bir coğrafya içinde üzerinde yapılan planların, ekilen fitne ve fesat tohumlarının hakkını eda etmek için çabalayarak mı?
Şu süreçte bu toplumu birleştirmek, kucaklaştırmak, bir araya getirmek; “yahu yapmayın, siz aynı coğrafyanın birbirine mecbur olan, yarın birbirinizin yüzüne bakacak insanlarısınız” üslubuyla kaç tane yazı okuyabildiniz, kaç tane video izleyebildiniz, kaç sohbete şahit olabildiniz?
Kendi gibi düşünmeyeni kâfir ilan eden mi dersiniz, “ya benim gibi düşün ya yok ol” zihniyeti ile hareket eden mi dersiniz, vatan haini ilan eden mi dersiniz! Küfürler, hakaretler, tehditler havada uçuşuyor. Üstelik bayanların da ortak kullanım alanlarında. Ağza alınmayacak, edep sınırlarını aşan, belden aşağı kültürünün en iğrenç diliyle!
Açın bakın sosyal medyayı, yorumları okuyun ne demek istediğimi anlayacaksınız.
“Bölünmeyin, parçalanmayın” İlahi ikazı ve “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız” nebevi uyarısına rağmen zerrece kulak asmaksızın her önüne gelen bu yangına bir bidon benzin de kendisi döküyor.
Oysaki azıcık tefekkür etsek anlayacağız ki, toplumlardaki bütün zıtlaşmaların bütün inatlaşmaların bütün kavgaların bütün düşmanlıkların bütün kan, kin ve nefret olaylarının arkasında “taraf olmak” yani “fanatizm” yatmaktadır.
Sağ- sol, Türk –Kürt, dindar-laik ve hatta bin yıllık Alevi -Sünni ya da Ehl-i Sünnet –Şia sürtüşmesinin temel nedeni de inanın ki bundan başka bir şey değil.
Fanatik bir Fenerli, Galatasaraylı ya da Beşiktaşlının derdi nasıl ki “iyi futbol”, “iyi oyun” daha doğrusu “spor” değilse aksine tek dertleri sadece ne pahasına olursa olsun “kazanmak”, “haklı çıkmak” ve “üstün gelmek” ise; işte bütün siyasi, ideolojik, dinsel, mezhepsel ve etnik gerginliklerin altında da emin olun ki bu fanatizm yatmaktadır.
İşte bu yüzden hep söylüyorum; kim bana ne derse desin taraftarlık yani fanatizm; “sadece biz doğruyuz, sadece biz biliriz” demek, dünyanın en tehlikeli hastalığıdır!
Çünkü bu zihniyet Kerbela’da Yezitleşerek zirveye çıkmış ve sırf ” bizden değiller, bizim gibi düşünmüyorlar!” diye peygamber neslinin kökünü kurutmak istemiş; Fırat’ın suyundan yılanlar, çıyanlar, sırtlanlar kana kana su içerken peygamber torunlarından bir damlası bile esirgenmiş, günlerce aç ve susuz bırakılarak ölüme terkedilmişler ve sonunda da dağ gibi yığılmış cesetler arasında bulamadıkları Hz. Zeynelabidin(ra) hariç ehl-i beytin bütün erkekleri kılıçtan geçirilmişlerdir!
Dikkatinizi çekerim!
Bu kadar zalimleşen Yezit taraftarları da Müslüman’dı, Hz. Hüseyin taraftarları da! Ama bir taraf da zalimler diğer tarafta ise alemlere rahmet olanın masumları vardı.
Yine malumdu o zamanki hariciler çok takva(!) çok muhlis(!) Müslümanlardı. Sabahlara kadar namaz kılar, neredeyse her gün oruç tutar; kâfir oluruz diye hiç günah işlemez; alınlarındaki secde nasırı 5- 6 metreden belli olurdu ama sırf “bizden değil, bizim cemaatimizden değil, bizim gibi düşünmüyor, siyaseten bizi desteklemiyor” diye Hz. Peygamber ‘in (sav) in “yetkim olsa yerime vekil bırakırım” diyecek kadar güvendiği Hz. Ali (r.a)’yi sevmiyorlar ve hatta bir tık öteye giderek O’na “kâfir” diyorlardı!
Bugün İslam âleminde bitmek tükenmek bilmeyen zulümlerin nedeni, işte budur!
Açın bakın Endülüs Emevi Devleti’nin son dönemlerine ve günümüze getirin. Figüranların, senaryoların, şeytana rahmet okutan siyonist zekânın aynısıyla karşılaşacak ve akıl tutulması yaşayacaksınız!
Lütfen bu satırlarımı siyasi, ideolojik hiçbir tarafa çekmeyin.
Mesajım gayet net…
Ayrışıyor, bölünüyor, adım adım sadece çıkarlarımıza tapar hale geliyoruz.
Peki çözüm ne?
Çağlar ötesinden gelen “nasılsanız öyle idare olunursunuz!” nebevi ölçüsünü anımsamak lazım sanırım bu süreçte. Nebevi ikaz kısa ve net aslında. “İdarecileriniz de size benzer” demektir bu.
Yani biz nasılsak bizi idare edenler, edecekler de öyle olacak. Bizde ne varsa, onlarda da o olacak. İlke, ahlak, tasavvur, feraset, basiret, anlayış, kabiliyet bizde ne kadar var ise, onlarda da o kadar olacak.
Zira bu insanlar uzaydan gelmiyor, içimizden çıkıyorlar. Bizler vicdanlı isek onlar da vicdanlı; bizler dürüst isek onlar da dürüst, bizler merhamet sahibi isek onlar da merhametli.
Bugün akledebilen bir kalple baktığımızda anlayacağız ki;
Üç kıtada yaklaşık bin yıl dünya tarihine yön veren manevi dinamiklerin zenginliği üzerinde yaşam sürüyor; yetinmiyor yüzlerce medeniyete beşiklik yapan Aandolu gibi kadim bir coğrafyanın hikmetinden hakikat emiyoruz.
Sadece tarihe yön vermekle kalmadık; başka dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek sulh ve selâmet, hak ve adalet düzeni içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini ortaya koyduk.
Aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, yeniden keşfedilmeyi bekleyen evrensel bir medeniyet tecrübesi armağan ettik insanlığa. Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, feragat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadim değerleri biz hayata geçirdik.
Batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri, hiçbir kültüre hayat hakkı tanımadıkları, kültürlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde adalet, hakkaniyet ve kardeşliğe dayalı dünya düzenini biz armağan ettik insanlığa…
Yani biz; her zaman sulhun, silmin, selâmetin, hakikatin, dolayısıyla adaletin izini sürmüş bir medeniyetin; insanı insanlığından eden güç dünyasının değil, hakikatten süt emen yürek ülkesinin çocuklarıyız.
Dolayısıyla ortada keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir medeniyet birikimimiz, insanlığa sunacağımız muazzam şahsiyetlerimiz; dünyaya yeniden adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği armağan edeceğimiz nefis hikâyelerimiz var.
İşte bu birikimle hem ülkemizde hem de dünya ölçeğinde, insanlığa adaleti, hakkaniyeti, kardeşliği armağan edecek büyük projelere imza atmamız gerekiyor!
Bu yüzden hakikati her daim göz önünde bulundurarak, bütün zamanlara ve mekânlara, bütün çağrılara ve çağlara ulaşmamızı sağlayacak o muazzam yerimizi iyi belirlemeli, belirginleştirmeli ve dünyaya bir şey söyleyeceksek, yerel değil küresel ölçekte konuşabilmeli, bütün insanlığı ilgilendiren evrensel cümleler kurabilmeliyiz.
Söyleyeceklerimiz, bütün insanlığın ve varlığın sorunlarını ihata edecek nitelikte ve kapsamda, bütün insanlığın sorunlarına cevap verebilecek derinlikte ve çapta olmalı.
Ancak bundan sonradır ki, yapacağımız köklü teşhislerin ve tespitlerin, sunacağımız uzun soluklu tahlillerin ve tasvirlerin, derinlikli tariflerin ve tekliflerin bir karşılığının olması söz konusu olabilir.
Dolayısıyla fikrimiz, zikrimiz, tercihimiz kim olursa olsun önceliklerimiz aynı olmalı!
Nedir bu öncelikler?
Adalet, liyakat, ehliyet, istişare, tevazu, dürüstlük ve empati.
Adalet…
Çünkü “alemlere rahmet olanı hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa (yahut bir kurt bir koyunu kapsa) korkarım ki kıyamet gününde onun bile hesabı Ömer’den sorulur!” diyebilen bir Hz. Ömer (ra)în sahip olduğu iman, korku ve teslimiyetin göğsünden aynı anda süt emen dindaşlarız biz.
Liyakat…
İnsanların dininden, inancından, meşrebinden, ırkından, mezhebinden, siyasi görüşünden, aidiyetlerinden, sadakatlerinden, kim olduğundan, kimin yakını olduğundan, kimin kartvizitiyle geldiğinden ziyade önce; bu işi yapmayı ne kadar hak ettiğinin tek ve şaşmaz terazisi olarak liyakati benimsemek zorundayız.
Ehliyet…
Kabul etmeliyiz ki emanetin ehline verilmesi tutunduğumuz manevi dinamiklerin olmazsa olmazlarındandır. Hatta bir tık öteye geçerek ehliyetin olmadığı, emanetin ehlinde olmadığı vakitlerin kıyamet habercisi olduğunu ikaz eden nebevi soluğun tepemizde durduğunu belirtmek ve hayatımıza yansıtmak zorundayız. Etrafınızda toplananların, sizi onaylama vaktini hesap ederek başını sallamaya hazır bekleyenlerdense, size sizin yanlışınızı çekinmeden ifade edebilecek birikim ve şahsiyetteki kimselerden oluşması da üstü örtülemez bir ihtiyaçtır.
İstişare…
Aldığımız her kararda en tepedeki yöneticiden en alt kademedeki memura kadar herkesin fikir birliği içinde olduğu durumlarda; başarı da kazanç da bereket de kendiliğinden gelir. Tarih bunun nice örnekleriyle dolu. Bu yüzden yöneticiliğin hâkim olmak değil değer katmak olduğu bilincini tüm kurumlarmıza aşılamak zorundayız.
Tevazu…
Unutmayalım ki, işlenen ilk günah kibirdir. Devlet çarkının en büyüğünden en küçük dişlisine varana kadar her bir mekanizmasının, millete hizmetkâr oluş hususiyetini bütün tavır ve davranışlarında tablolaştırdığının ispatçısı, itirafçısı olacak kadar daha fazla tevazuya ihtiyacımızın olduğunun farkındalığını yakalamak zorundayız.
Dürüstlük…
Devletin en büyük ihalesinden en ücra köşedeki herhangi bir mutfağa kürdan alımına varıncaya kadar; her bir şeyin dürüst ve şeffaf olduğunu, ülkede yaşayan herkes tarafından kabul edilmesine sebep olacak kadar daha fazla dürüstlüğe muhtacız. Oy veya sadece gönül verenlerin tereddüt edeceği değil; nefret edenlerin dahi itiraf etmeye mecbur kalacağı kadar daha fazla dürüstlük olduğunda rahmet üzerimize sağanak gibi yağacaktır.
Empati…
Birbirinden farklı düşünen insanları kutuplaşmaya itmeden, bölmeden, parçalamadan, ötekileştirmeden bütün endişelerini en ufak bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar empatiye ihtiyacımız var.
Hayatı boyunca size ve sizi sevenlere empati nazarıyla bakmayı aklının ucundan bile geçirmeyenlere, bize çok gördüğünüz bir şeyi size ihsan ediyoruz dercesine değil; bilakis onları sizden ve temsil ettiğiniz değerlerden emin kılacak kadar büyük bir tevazu ve müsamaha içinde empati kurabildiğimiz vakit Allah’ın yeryüzünde kurmamızı istediği cennetin temellerini atmış olacağız.
Lafın özü; seçimden zaferle çıkacak kim olursa olsun, bunlar yoksa var etmek, varsa artırmak, ülkemizi hasret kaldığı ufuklara taşıma hayalindeki kişilerin boyunlarında dünden daha ağır bir vebaldir.
Seçimden zaferle çıkacak kim olursa olsun yeryüzüne diriltici ruhu yeniden üfleyecek bir devlet olabilmek için; ne yapıp edip insanların gönüllerine girmek, sizi sevmeyenlerin dahi sarsılmaz güvenlerine sahip olmak borcundasınız.
Çünkü İslâm iddiasındaki bireyler olarak, Müslümanların bu ülkeye de dünyaya da verecekleri en önemli, en hayatî, en vazgeçilmez hakikat; Müslümanın herkes için, her kesim için güven adası olduğu olması gerektiği hakikatidir.
Bu hakikate de dünyayı ve insanların kalplerini maddî ordularla değil, manevî ordularla fethedebileceğimizin farkındalığı ile ulaşabiliriz.
Çünkü yeni bir dünyayı maddî güçle değil her hâl ve şartta hakikatin izini süren, hayatın her alanında hakikatin, dolayısıyla adaletin, hakkaniyetin yaşam biçimi olacağı, herkes için güven adası olmayı sunabilecek manevî güçle inşa edebiliriz.
Yineleyelim;
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ilahi ikazı hükmünce sadece gönül verenlerin tereddüt edeceği değil; nefret edenlerin dahi itiraf etmeye mecbur kalacağı kadar dürüstlük olduğunda rahmet üzerimize sağanak gibi yağacaktır.
Müebbet muhabbetle…