Gün geçmiyor ki artık her kesime her gruba her oluşuma bulaşmış “ahlâki zaaflar” elimizdeki ekranlar marifetiyle benliğimize çarpmasın.
“Neden, niçin, nasıl” sorusuna aranacak cevaplar buraya sığmayacak kadar uzun ya da ben yüreğimi tam olarak sağamadığım için kısa yazmasını bilmeyen biriyim.
Ancak, bir toplumun tutunması ve sadık kalması gereken değerler bütünü olarak niteleyebileceğimiz ahlâk konusunda ortaya koyduğumuz bu zafiyetler toplumu her geçen gün geri dönülemez bir uçurumun eşiğine adım adım yuvarlıyor.
Geri dönülemez diyorum çünkü bir toplumda “utanma” ve “mahcubiyet” duygusu kaybolduktan sonra orada toplumun temel dinamiği olan ve ilahi hitapla “mülkün temeli” olarak nitelendirilen adaletin de yerinde yeller eser!
Zihnim kabul etmese, yüreğim reddetse de diğer kesim ve grupların bu tür zaaflarını anlama konusunda çaba gösteriyorum. Ama görmek ve algılamak istemeseler de bugünkü varlık imtihanını kaybetmiş, çağa şekil vermek yerine çağın rengine bürünmüş ve kendini “muhafazakâr” olarak lanse eden kesimin bu tür zaafları aklımın midesini bulandırıyor!
Evet, tarihin bağrında açan ender bir kardelen olarak gördüğüm Farabi’nin deyimiyle ahlâk dediğimiz değerler bütününün kaynağı “din değil” “bilinç” olsa da kendi hüsnü zannımca ait olduğu değerleri, sözüm ona “muhafaza” etmeye çalışan bir kesimin, sanki bu değerleri daha çok kuşanması, daha çok yaşaması ve yaşatması gerektiğini düşünenlerdenim.
Ancak ben mi bu konuda çıtayı yüksek tutuyorum bilmiyorum ama bu kesimin ezici bir çoğunluğu, getirdiği kelime-i şehadet ile birlikte (yani bu dünyaya sahip olmaya değil şahit olmaya geldiğini dili ile beyan etmesiyle) sanki “ahlâk” dediğimiz bu değerler bütününü ukdesine verilmiş “bedava bir yazılım” gibi görüyor!
Çünkü kafamı nereye çevirsem bu konuda “bin ah” işitiyor, görüyor, şahit oluyorum.
İnsan doğal olarak merak ediyor!
Madem ki ötelerdeki hesaba iman ettiniz ve bunu dilinizle de beyan ediyorsunuz (kalplerinizi Allah bilir) bugün kuşandığınızı sandığınız ve tekelinizde gördüğünüz o değerler bütününe rağmen “din güzel ahlâktır” diyen o Önder (sav)’in yüzüne ötelerde nasıl bakacaksınız?
Ya da kuşandığınızı ikrar ettiğiniz değerlere olan “sarsılmaz” inancına güvenerek size sırt dayayıp aldanan bunca insanın hesabını o şaşmaz terazide nasıl verecek, “bizi aldatan bizden değildir!” diyen güzeller güzelinin sancağı altına hangi yüzle gireceksiniz?
Peki bu değerleri en çok kuşanması gerekenler, bu lüzumun farkında oldukları halde neden bu zaaflara yeniliyor?
Benim aciz kanaatimce bunun “konfor ve kariyer” başlığı altında iki farklı sebebi var!
Zira bu bataklık; değil sadece bugün tarihin tozlu raflarında da “konforizm” ve “kariyerizm” olarak hep var olmuşlardır.
İlkin bu iki kavramın anlamlarına bakalım ki, insanlığın baş belası bu iki bataklığın yol haritasını çizebilelim;
“Konfor” kelimesi Latince fors (güç, kuvvet) kökünden gelen bir sözcük.
Fransızca’da ise conforter (teselli, rahatlama, rahatlık) olarak kullanılıyor. Bu durumda konforizm dediğimiz şey aynı biçimi alma anlamına geliyor. Dilimizde kullandığımız fors, form, format, de-form, re-form kelimeleri de bu kökten besleniyor. Demek ki konformizm genel forma uyma, girdiği kabın biçimini alma ve bunun için “fors’a” ulaşma ve rahatlama demek oluyor.
“Kariyer” kelimesi ise Latince carrus (yük arabası) sözcüğünden geliyor.
İtalyanlar carriara (araba yolu), carro (araba) derken, Fransızca’da ise carriere (güzergâh, tutulan yol, meslek) anlamında kullanılıyor. Dilimizde kullandığımız kargo da bu kökten beslenen bir kelime. Yani kariyer, “bir yere gelebilmek” için yapılan yolculuk; kariyerist de bu yolda giden kişi anlamına geliyor. Birine “kariyeri yok” dediğinizde “bir yere gelmek için yola çıkmamış” demiş oluyorsunuz.
Yüklendiği anlamlar itibariyle baktığımızda ise kariyerizm ve konformizm; sözünü ettiğim bu “fors’a” ulaşabilmek için yol kat etmek; ulaşınca da girdiği kabın biçimini almak, bu fors (form) ile rahatlamak; bolluk, refah ve konfor içinde bir hayat sürmek amacını taşıyan birer dünya görüşüne dönüşüyor.
Bu iki görüş birleştiği zaman da insanlığa ait bütün değer ve dinamikleri vakum gibi çeken birer bataklığa dönüşüyor. Zira tarih boyunca sözüm ona yeni bir dünyanın kurulması için ortayı çıkan bütün devrimler; acılar ve ıstıraplar içinde doğmalarına rağmen kariyerizm ve konformizme yenilmişlerdir.
Şimdi de bu iki kavramın ilahi hitaptaki yerine bakıp, konuyu “muhafazakârlar” açısından neden ele aldığımı daha anlaşılır hale getirelim;
İlahi hitapta kariyerizm ve konformizme karşılık gelebilecek kavramların ne olduğuna dikkat kesildiğinizde bunların “mele’” ve “mütref” olarak anıldığını görüyoruz. Sözcüklerin dilsel analizine dikkat edin; aradaki benzerliğe emin olun siz de benim gibi hayret edeceksiniz.
“Mele’” Arapça’da kök olarak “bir şeyi doldurmak; yola girmek, yolda yürümek demek.”
Kelimenin türetilmiş anlamlarına baktığınızda ise dolmak (imtila’), dolmuş, dolu, tombul, etine dolgun (mumteli’) birinci anlam olarak; koşmak, hızla yürümek (melv), genleşmek, genişlemek (muluv) ise ikinci anlam olarak karşınıza çıkıyor.
Bu durumda ise mele’ kavramı, kendini dolu hale getirmek için yola giren, yolda yürüyen, bunun için bir makam ve mevkiye gelmeyi ve orada olmayı amaç edinen demek anlamına geliyor ve az evvel tarifini yapmaya çalıştığım“kariyer” kelimesi ile aynı manayı çağrıştırıyor. Yani irfani bir bakışla bu kavram; bir toplumun kariyer sahipleri, makam ve mevkileri dolduranları, bir yere gelmişleri, önde gelen yönetici takımı (cebini doldurmuşları, doymuşları, şişmişleri) demek oluyor.
“Sihirbazlar Firavun’a geldi ve ‘Eğer yenersek büyük bir ödül var değil mi’ dediler. Firavun ‘Gayet tabi en iyi mevkilere geleceksiniz’ dedi.” (A’raf; 113-114)
“Mütref” kelimesi de Arapça’da “bolluk içinde olan, şımarmış” demek.
Zikredilen diğer Arabi kelimelere baktığınızda bitkinin taze ve sulu olması, bolluk ve nimet içinde olmak, şımarmak (teref), bolluğa kavuşturmak, şımartmak, nazlatmak (itrâf), şımartmak, nazlatmak (tetrîf), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarıklık (teref) kelimelerinin de bu kökten beslendiğini görüyorsunuz.
Yani İlahi hitabın mütref olarak zikrettiği kesim; bir toplumun rahatlık ve konfordan şımarmış, “fors” sahipleri demektir!
Tüm bu açıklamalar ışığında diyebilir ki ilahi hitapla ısrarla vurgulanan “mele-i mütref” bir toplumun kariyerist ve konformist takımı oluyor.
Bunlar, yukarda andığım A’raf 113 ve 114. Ayetlerinde geçen Firavun’un sihirbazları gibi hep “bize ne var, bizim çıkarımız ne” diyen kişiler. Bu tür profillerin en büyük amaçları ise ayetten de anlaşılacağı üzere menfaatperest kimlikleri ile en iyi mevkilere gelmektir ve bunun için yapamayacakları şey, atamayacakları takla yoktur.
Öyle ki asayı yılana çevirir, olanı başka türlü gösterebilirler. “Bir yere gelmek” için biçimini alamayacakları kap, bürünemeyecekleri renk yoktur; yeter ki fiyatta anlaşılsın.
Tüm bu açıklamalar ışığında diyebiliriz ki; kariyerist (mele’) ve konformist (mütref) her toplumda görülen kadim bir tipolojidir ve her tür ideolojik gruptan devşirilmeleri mümkündür.
Ayrıca bu tipoloji; sözüm ona “dünyayı değiştirmek” ve “yeni bir dünya kurmak” için yola çıkan ama bu iddialarından menfaatleri uğruna vazgeçen ve “girdiği kabın biçimini alan” kişilikleri, daha amiyane bir tabirle “Harun olmak için yola çıkanların Karun olmak için çabalarını” ifade eder.
Peki, asıl gayesi bir yere gelmek olan, bunun için her türlü kimliğe bürünen ve buna kavuştuktan sonra da yönünü esen rüzgâra göre değiştiren insanın, benim “sadakat” olarak nitelendirdiğim “ahlâki” değerlere bir bağlılığı olur mu? Pek tabi ki olmaz!
Toplumda dindarlık bir ölçüt olmamalıdır tespitimin sebebi anlaşılıyor mu biraz?
Şimdi de insani bir yaşayış için hiçbir şeyi eksik bırakmayan ilahi hitaba bakarak; bu iki zehirin panzehiri olan “zühd” kavramına göz atarak yazımızı bitirelim;
“Zühd” Arapça’da yüz çevirmek, önem vermemek demek. Vazgeçirmek (tezhîd), sofu, zahit (zâhid) kelimeleri de bu kökten geliyor!
Neye önem vermemek?
Ne olursa olsun bir yere gelme hırsına (kariyerizm), rahatlık ve lüks uğruna girdiği her kabın biçimini almaya (konformizm) önem vermemek ve bunlardan yüz çevirmek!
Ama lütfen dikkat!
Burada “zahit” derken; bize empoze edilen dünyadan el etek çekmiş, bir yerde kendini yalnızlığa mahkûm etmiş, kendini karanlık ve izbe bir yere mahkûm etmiş, yarım saatte abdest alan, bir saatte namaz kılan, kırk kez hacca giden mistik bir zühd anlayışından söz etmiyorum! Tam aksine Ali Şeriati’nin “devrimci zahidlik” dediği şeyden bahsediyorum ki, onun sözünü ettiği devrimci zahitlik “dünyanın başına, dünyada gözü olmayanlar geçmeli” demektedir!
Ayrıca burada belirtmek gerekiyor ki;
İlahi hitapta dünyanın yerilmesi ile ilgili işaretlerin hiçbiri, dünyayı kötülemek için değil; yeryüzünün (diğer anlamıyla ülkelerin) önderleri yapılması istenen ezilenlerin (mustazafların) gözünün ve gönlünün mal mülk hırsına kaymaması içindir. Zira burada amaç, ülkelerin başına dünyada (malda, mülkte, zenginlikte) gözü olmayanlar geçmesini sağlamaktır.
Aksi halde, bugün tüm İslâm Coğrafyalarında olduğu gibi ciğer kediye teslim edilmiş olacaktır ki; bugün bu coğrafyaların içinde yaşanan sefaletin, akan gözyaşının, dinmeyen kanın ve her karışın barut kokmasının asıl sebebi de budur!
Bu konuya ilişkin İlahi hitaptaki Hadid Süresi’nin 20 ve 24. Ayetleri çok çarpıcıdır;
“Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme, güç ve zenginlik yarışından ibarettir. Yağmuru düşünün. Bitirdiği ot çiftçileri imrendirip heyecanlandırır. Bir de görürsün ki sararıp solmuş sonra da çerçöp olmuş! Ahirette ise ya şiddetli bir azap ya da bir bağışlama ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı gelip geçici bir zevkten başka bir şey değildir. Bu nedenle siz Rabbinizin affına nail olmaya bakın. Allah’a ve Peygamberine iman edenler için hazırlanmış olan yerler ve gökler kadar geniş cennet için yarışın. İşte bu Allah’ın lütfudur ki onu lâyık gördüğüne verir. Allah çok büyük lütuf sahibidir. Yeryüzünde ve insan hayatında size isabet eden hiçbir şey bizim irademiz olmadıkça meydana gelmez. Bu Allah’a göre kolaydır; bundan hiç şüpheniz olmasın. Bu şundan dolayıdır; elinizden gidene üzülmeyesiniz ve elinize geçenle de şımarmayasınız. Çünkü Allah kendini beğenmiş şımarıkları sevmez. Bunlar hem cimrilik ederler hem de insanlara cimriliği emrederler. Her kim vermekten kaçınırsa bilsin ki Allah zengindir, övgüye layık olan O’dur.” (Hadid; 20-24).
Ayetler açıkça bir oyun, eğlence, süs, aramızda böbürlenme, güç ve zenginlik yarışı olan ve ilahi hitapla çer çöpe dönen bahçeye benzeyen, gelip geçici bir zevklenmeden ibaret “dünya malı” elimize geçtiğinde şımarmamamız, geçmediğinde kederlenmememiz gerektiğini fısıldayarak; bilakis “dünyada adalet” isteyerek buna talip olmamız gerektiği konusunda uyarıyor!
Hemen sonraki ayetlerde de buna atıf yapılır;
“Biz peygamberlerimizi söze dayalı apaçık delillerle gönderdik. Onlarla birlikte insanlıkta adalet daim yaşasın diye kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde hem çetin bir sertlik hem de insanlar için birçok faydalar olan demiri indirdik. Bütün bunlar Allah’ın kendisine ve peygamberlerine içtenlikle/gıyabında yardım edenlerin kimler olduğu bilinsin içindir. Allah çok güçlüdür, üstündür; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Hadid; 25).
Demek ki bize öğretildiği gibi dünyadan el etek çekmek şöyle dursun, bilakis dünyanın içine dalıp bir taraftan “hak ve adalet” istemeli, bunun için “ilahi hitabı” rehber almalı, insanlar arasında hassas teraziler kurmalı; sadece adaletten yana taraf olmalı, ayırımcılık, kayırmacılık yapmamalı, adaletin “demir” yumruğunu sadece ve yalnızca zulme indirmeli, diğer taraftan da bunları yaparken oyuna, eğlenceye, süse, gösterişe, böbürlenmeye, güç ve zenginlik yarışına kendimizi kaptırmamalıyız.
Güç (demir) elimize geçince şımarmamalı, geçmeyince de karalar bağlamamalıyız. Mal, mülk ve evlâd (adam, güç, çevre, şan, şöhret) hırsından arınmalı ancak adalet coşkusu ile dopdolu olmalıyız!
İlahi hitap, hemen sonraki ayette de anmış olduğum devrimci zahidliğin, miskin zahitliğe (ruhbanlık) dönüşmemesi için dikkat çekerek uyarılarda bulunuyor;
“Sonra onların ardından öteki peygamberlerimizi gönderdik. Keza Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerinde bir şefkat, sevgi ve merhamet meydana getirdik. Rahipliğe gelince, onu onlar uydurdular. Biz onlara böyle bir şey emretmedik. Allah’ın rızasını aramak amacıyla böyle yaptılar, fakat gereğini de yerine getirmediler. Biz de içlerinden iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik, ama çoğu yoldan çıkmıştı.” (Hadid; 27).
Demek ki bize öğretildiği gibi zühd denen şeye kuru ekmeğe talim eden ruhbanlık değil! Tam aksine zühd, ne olursa olsun bir yere gelmeyi (kariyerizm) ve içine girdiği (makam, mevki, mal, mülk) kabının biçimini almayı reddetmek demek.
“Eline geçince şımarma, geçmeyince üzülme” denmesinin anlamı da bundan ibaret!
Kısacası kariyerizm ve konforizmin panzehiri olarak sunulan zühd; tespih çekmekle, zikir yapmakla, abdestsiz gezmemekle, sarıkla, cüppeyle, türbanla, kandil geceleriyle, gül yağıyla, hacılara su dağıtmakla, Kabe’nin örtüsünü değiştirmekle, kırk kez hacca gitmekle ilgili bir şey değil; eşya ile kurduğun ontolojik ilişkiyle, hangi makam olursa olsun bir yere gelme (kariyerizm) ve geldiği yerde içine girdiği kabın biçimini alma (konformizm) ile uyarılarla ilgilidir!
Kitabınızı okuyun ne olur!
İlahi hitabın hangi sayfada olursa olsun sürekli bizi bundan kurtarmaya çalıştığını ve bu konudaki uyarıları göreceksiniz.
Zira bugünkü Müslümanların da ahlâktan uzaklaştığı, düştüğü yer burasıdır tam da burasıdır ve emin olun kalkış da buradan olacaktır.
Farkı fark edebilme temennisiyle!