DİN(İ)DAR

DİN(İ)DAR Kendini, muhafazakâr ya da başka bir deyimle mütedeyyin olarak tanımlayan kesimle ahlâk kavramı arasındaki uçurum kapanmadıkça, sanırım hem kendi nefsim hem de bu kesimle mücadelem hiç bitmeyecek ve gerekirse son nefesime kadar bu konudaki haykırışımı sürdüreceğim. Zira yeryüzüne iyiliği, sevgiyi, merhamet ve adaleti tesis etmekle mükellef kılınmış ve bu mükellefiyeti ömürlerimize yük, yüreklerimize dert […]

Yazar Sadıkoğlu'nun “Ücretsiz Kitap Seti” Kampanyası

DİN(İ)DAR

Kendini, muhafazakâr ya da başka bir deyimle mütedeyyin olarak tanımlayan kesimle ahlâk kavramı arasındaki uçurum kapanmadıkça, sanırım hem kendi nefsim hem de bu kesimle mücadelem hiç bitmeyecek ve gerekirse son nefesime kadar bu konudaki haykırışımı sürdüreceğim.

Zira yeryüzüne iyiliği, sevgiyi, merhamet ve adaleti tesis etmekle mükellef kılınmış ve bu mükellefiyeti ömürlerimize yük, yüreklerimize dert etmiş Müslümanlar olarak dünyada olup biten her kötülüğün üzerinde parmak izlerimiz olduğunu düşünenlerdenim.

Ama -başta kendi nefsim olmak üzere– öyle bir algıya sahibiz ki, kelime-i şehadet getirip yeryüzüne şahit olmak için geldiğimizi kabul etmekle birlikte, kendimizi “kurtulmuş” olarak vehmetmemiz yetmiyormuş gibi, ahlâk kavramının bu şahitlik ikrarı ile birlikte verilmiş “bedava” bir yazılım olduğunu sanıyoruz.

Bu algı yanılması da, ne yazık ki “inanan” kesim ile ahlâk arasındaki uçurumun gün geçtikçe daha çok derinleşmesine sebep oluyor ve biz yaşam konforlarımızdan taviz vermediğimiz için, karanlık siyahını günden güne daha çok koyulaştırıyor.

Peki neden?

Sanırım “neden” sorusunun cevabına geçmeden önce,  aslında “din” kavramının tanımını iyi yapmak gerekiyor. Çünkü zannımca andığım sorunların ana kaynağı, bu kavramın tanımının iyi yapılamamasından kaynaklanıyor.

Toplumsal kültürün gölgelediği yahut küllendirdiği anlam sapmalarını silip, berrak bir tanıma ulaşmak için de; İlahi hitabın bu konudaki sosyolojik bakışına odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum.

Zira kalbimizle aklettiğimizde görüyoruz ki; ilahi hitap, ayet diye andığımız işaretler boyunca farkında bir toplum ve diri bir bilinç inşa etme amacını taşımaktadır.

Bu nedenle olsa gerek, insanlık tarihi boyunca toplumsal yaşamın en önemli belirleyicisi din kurumu olmuş ve din kavramı aynı zamanda her çağda toplumun temel hareket kaynağı olarak belirmiş; bu dinamizm de din kavramının bütün toplumsal hareketlerin, siyasal düşüncelerin ve ideolojik kavgaların merkezinde yer almasına sebep olmuştur.

Peki, nedir din?

Arapça lügatlere baktığınızda çok fazla anlama gelen din kavramını, ben bugüne kadar kullanılagelmiş bütün anlamları da ekleyerek, hep bir “yaşam biçimi” olarak okumayı tercih ettim. Bu genel tanımı doğru kabul edersek diyebiliriz ki, bir kişinin ya da toplumun dini dilindeki değil, yaşamındakidir ve kişi veya toplum nasıl yaşıyorsa dini de odur.

Din kavramını bir “yaşam biçimi” olarak algılayıp, bu algıyı ilahi hitabın “…iyi bilin ki, gerçek din yalnızca Allah’ındır (Zümer,3)” hükmü ile kıyasladığımızda; zannımca din denen kavramlar bütününün asıl gayesi de ortaya çıkmış oluyor.

Çünkü ayette anılan Allah’ın dininden kasıt, yaratıcı kudretin kurduğu, sürdürülmesini istediği düzendir ve bu düzen, hiç kuşku yok ki fıtrat dediğimiz varoluş yasasını işaret etmektedir.

Öyleyse diyebiliriz ki; ilahi hitabın andığı din, yaratıcı kudrete ‘teslim’ olmaktır. Bu yüzden olsa gerek İslâm kavramı, zaten ‘teslim oluş’ anlamına gelmekte olup, Müslüman ise ‘teslim olan’ kişidir.

Yani “ben Müslümanım” diyen kişi; büyük bir ülkü, ideal ve adanmışlığın adı olan İslam dinini kabul etmekle, Allah’ın koyduğu temel yasalara “teslim” olup; ilahi beyanın “darüsselam” olarak andığı yeryüzü cennetini, bütün yaratılmış için inşa etmek adına yürek teri döken kişi haline gelir.

İşte bizim, yazımın başında andığım “kurtulmuşluk” vehmimiz ve ahlâk kavramımız ile aramızdaki uçurumun gün geçtikçe derinleşmesinin altında yatan sebep de, bence Müslüman tanımını bu şekilde yapamıyor oluşumuzdan kaynaklanmaktadır.

Zira “şahitlik ederim ki” ikrarıyla adım atıp müntesibi haline geldiğimiz İslam gibi mümbit bir yaşam biçimini; kendi algı yanılmalarımız, yaşadığımız çağın ısrarla dikte ettiği haz, hız ve ayartıcı güçlerin etkisi veya kapital dinine iman ederek artık birer tüketim robotu haline gelmemiz gibi sebeplerle sahipliğe çevirme uğraşında çabalıyoruz.

Bu çaba, bugün özellikle kendini “dindar” olarak tanıtan kesimde, ilahi hitabın da deyimiyle Allah’a din öğretme küstahlığına (Hucurat,16) kadar varıyor. Ben ise yıllardır bu kesimi “dindar” olarak anmak yerine “din-i-dar” olarak zikretmeyi tercih ediyorum.

Evet “din-i-dar” diyorum!

Çünkü İlahi hitap din denen yaşam biçimini “orta yol” olarak tarif ederken; din-i-darlar bu yolu aşırılığa taşıma, bu aşırılığı “din” olarak sunma gayretindedirler.

İlahi hitap, dini bir “barış düzeni” olarak tanımlarken, din-i-darlar kendinden olmayan, kendisi gibi düşünmeyenleri “öteki” ilan edip bu ayrıştırma üzerinden din üzerinden ayrıştırmalar yaparak Allah’a yaranma küstahlığı içindedirler.

İlahi hitap, dini bir “sevgi kaynağı” olarak nitelendirirken ve “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız” nebevi ikazıyla iman dahi bu “sevgi şartına” bağlanmışken, din-i-darlar kendileri gibi inanmayan veya yaşamayan herkese sözüm ona Allah adına nefret beslemekte ve bu nefretle insanlık dışı en esef verici işlerin faili olabilmektedirler.

İlahi hitap, “dinde zorlama yoktur” diye ferman ederken, din-i-darlar din uğruna her türlü baskı ve zulmü gerçekleştirebilmekte, yeryüzünü ‘kendinden olmayan’ yaratılmışa cehennem ederek ötelerde cennet hayali kurabilmektedir.

İlahi hitap, sınırsız düşünme ve akletme yetisi bağışlayarak yaratan kudreti dahi inkâr edebilme özgürlüğünü verirken, din-i-darlar adeta Allah’ın günah veya sevap tahsildarı kesilerek inanmayan herkesi “Allah düşmanı” ilan edebilmektedir.

İlahi hitap, insana son nefese kadar “tövbe” imkânı tanımışken, din-i-darlar yine aynı küstahlıkla kendisi gibi inanmayan, giyinmeyen, düşünmeyen, davranmayan herkesi “ateş ehli” olarak etiketleyebilmekte, hatta bir tık yukarı çıkıp “katl-i vacip” fetvası verebilmektedirler.

İlahi hitap, 75 ayetle direk, yedi yüze yakın ayetle ise dolaylı olarak akla atıf yapıp aklın önemine işaret ederken ve dahi “aklını kullanmayanların üzerine iğrenç bir pislik yağdıracağını (Yunus,100)” beyan ederken; din-i-darlar aklı önemsizleştiren çağlar ötesinden gelen donuk yorumları sözüm ona din adına, üstelik zaman üstü sayan bir anlayışla savunabilmektedir.

İlahi hitap, yaratılan her canlının canının “aziz” kılındığını ve kişilerin manevi kimliklerinin bile ilahi bir koruma zırhı altına alıp gıybet gibi bir günahı dahi “kardeş etini yeme” olarak tanıtırken; din-i-darlar yine sözüm ona din uğruna her türlü şiddetsel eylemi mübah görebilmekte, hatta inanmayanların canına ve dahi ırzına din adına kastedebilmektedir.

İlahi hitap, yeryüzünde kurulmasını işaret ettiği ve “darüsselam” olarak andığı dünya cennetini “öteki” ile birlikte inşa etmenin yolunu açmak adına “birlik ve beraberlik” çağrıları yaparken; din-i-darlar “ötekine rağmen” ve sadece kendilerinden olanlarla bir cennet hayali içindedirler.

İlahi hitap, dinin evrensel olduğunu, zaman ve mekân fark etmeksizin bütün insanlığa hitap ettiğini işaret ederken; din-i-darlar anlaşılamaz bir ısrarla, dini mahalli bir algıya hapsederek, “Allah sadece bizim” sanrısı içinde ömür tüketmektedirler.

İlahi hitap; yoksulluğu yok etmeyi, sosyal adaleti hâkim kılmayı, özgürlük ve dayanışmayı yaygınlaştırmayı, sömürüyü silip atmayı amaçlarken; din-i-darlar yardım edilmiş ve yardım edilmesi gereken yoksulları, zenginlerin vicdanlarına havale etmektedir.

İlahi hitabın ahlâkını övdüğü son nebi, gelmiş geçmiş en büyük devrimci iken; din-i-darlar tarihin ve belli bir coğrafyanın bir kesişim noktasında takılıp kalmış ve oradan nakledilen değerleri muhafaza etmenin derdinde kıvranmaktadırlar.

İlahi beyan, din dediği yaşam biçimini hayatın tüm alanlarında yaşanması gereken değerler bütünü olarak anlatırken; din-i-darlar, bu değerler bütününü belli zaman dilimlerine, yünlü seccadelere, bonusu bol gecelere sığdırmaya çalışmaktadır.

İlahi beyan, din denen değerler bütününden güç alarak “Müslümanım” diyen her kişinin yaşadığı çağa koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adalet gibi değerleri taşımakla mükellef olduğunu fısıldarken; din-i-darlar yaşadığı çağa bu değerlerle şekil vermek yerine kapital dinine iman etmiş bir halde yaşadığı çağın şeklini alırlar.

Sayısını sayfalarca, hatta biraz olsun yürek teri dökebilirsek belki de ciltlerce artırabileceğimiz bu zıtlıklar zincirine baktığımızda görüyoruz ki; din-i-darlar bir ezber üzerinden yaşıyor ve hayata ilişkin her durumu da tabiatıyla bu ezber üzerinden, üstelik hiç düşünmeden karara bağlıyor; kendilerini ‘aydınlanmış’, kendileri gibi düşünmeyenleri de ‘cahil’ kabul ediyorlar. Onlar; her daim ve tartışılmaz biçimde haklı, onlar gibi düşünmeyen diğer herkes ise haklılığını her gün ispatla mükellef hale geliyor.

Durum bu olunca da, bizi ruh köklerimize bağlayan bağlar zayıflıyor. Din denen değerler bütünü, nebevi bir ikazla “güzel ahlâk” olarak tanımlanmış olmasına rağmen, ahlâk ile aramızdaki uçurum, gün geçtikçe derinleşiyor.

Çünkü inandığımız veya inandığımızı iddia ettiğimiz değerleri birkaç kelimeyle özetleme, onları bir zihin hapı, bir akıl drajesi haline getirerek pratize etme gayretleri, o değerlerin kısa zamanda ruhsuz klişeler haline gelmesine yol açıyor.

Ama biz buna rağmen meraklarımızın bile sıradan hale geldiği, dini meselelere dair kavrayışlarımızın birtakım dünyevi kriterlerle yoğrulduğu, meselelerin uhrevî boyutlarının neredeyse tümüyle ihmal edildiği bir inanç kültürünü aramızda dolaştırıyoruz.

Kör bir inat ve acınası bir aldanışla; yaşamı yeme, içme, uyku, üreme ve ölümden ibaret gören; nezaketin, zarafetin, bilgeliğin, hayatı güzelleştiren sırların peşine düşecek hevesi çoktan geride bırakmış; her kötü giden şeyden, her eksik bırakan çözülüşten, her doldurulamaz boşluktan hep “başkalarını” sorumlu tutmayı alışkanlık edinmiş bir insan tipi de bu algıyla hızla yayılıyor.

Bu yüzden de yazık ki bu çağ; insanların sadece en çok konuştuğu bir çağ değil, aynı zamanda birbirini en az anladığı, birbirini en az dinlediği, birbirine can kulağını en az verdiği bir çağ aynı zamanda.

Etrafınızdaki insanlara azıcık kulak verin; hemen herkesin en büyük derdinin kendini ifade edememek, dinleyecek birini bulamamak, anlaşılmamak, yanlış anlaşılmak, meramını bir türlü anlatamamak, iletişim kuramamak, yalnızlıktan kurtulamamak olduğunu göreceksiniz.

Peki, neden bu yalnızlık?

Bence bireyi parçası olmakla anlamlı olduğu toplumun içinden kopararak tarif eden modern kültürün sebebiyet verdiği bir sonuç bu.  Zira insanlar çekim gücüne kapılıp oradan oraya sürüklensin diye bir yerlerde kurgulanan bütün moda ve trendler, insanın kendini başkalarına beğendirme gayretlerinden besleniyor. Böyle olunca da eldeki tüm imkânlar insanın kendi egosuna hizmet eder hale geliyor. Herkes kendi egosunu beslediği ve kendi doğrularını parlattığı için de yalnızlık ve anlaşılamamak kaçınılmaz oluyor.

Tam da bu noktada dinin özüne, ahlakına, maneviyatına, fikriyatına uzak duran, ancak kişiliğine bir metafizik derinlik katmak için dinle arasında bir sempati bağı bulundurmak isteyenlere lafım yok. Zira bugün arz ettiğim gibi herkesin öfkeyle, ihtirasla, hınçla savunduğu kendi gerçekleri var artık. Ancak, dini kendi bütünlüğü içinde kabul etmeye pek yanaşmayan ama hayatını büsbütün ”dinsiz” de bırakmak istemeyen bizlerin, yoğurduğu bu yeni inanç tasarımlarımız; yazık ki özünde teslimiyet taşımayan, daha ziyade dini kendi kabul edebileceğimiz kalıplar içine sığdırmaya, orada şekillendirmeye çalışan birtakım algılama biçimlerimizle kendimize ve özellikle de yeni yetişen nesle onulmaz zararlar veriyor.

Zira yüzyıllardır toplumsal yaşamımıza yön veren kadim ölçülerin kaybolmaya yüz tuttuğu, din üzerinden hemen herkesin aynaya bakma ihtiyacı hissetmeden konuşabildiği; modernlik olarak tabir edilen tüketim ve sahip olma hırsının insanda yaptığı ağır tahribatların birer acıklı tablo olarak gözle görülür hale geldiği bu paslı iklimde, dini (yukarıda andığım gibi) kendi fikir yürütmelerine indirgemeye çalışan pek çok iddia sahibi var ortalıkta ve bunların pek çoğu, asırlar boyunca kimsenin düşün(e)mediği şeyleri düşündüklerini zannediyor. Çünkü insan denen varlık, ilahi bir inşa projesi olan vahiyle ilişkisini yüzeysel tutmuşsa, yaşamla ilişkisi de yüzeysel kalmaya mahkûmdur.

Aslında biraz kitap karıştırsalar söylediklerinin hiç de yeni olmadığını, tarih boyunca böyle pek çok iddianın hem de daha teşekküllü bir biçimde dillendirildiğini ve tüketildiğini rahatlıkla görebilecekler ama önce cehaletlerinin farkında olmaları gerekiyor.

Sonuç olarak…

Mademki iman dediğimiz değerler bütünü, insanın Allah’la güvene dayalı sözleşmesi ve bir öksüzün tertemiz vicdanından insanlığa yayılan ilahi hitap ise, hayatı bu sözleşmeye uygun bir yolculuğa dönüştürmeye söz vermiş Müslümanın yol haritasıdır;

İslam gibi hayatın tüm alanlarından kendine has sözü olan kâmil bir inanç sistemini yaşamımızın tümüne koşulsuzca yaymayı ömrümüze yük etmek ve tüm yaratılmışı koşulsuz bir sevgi, katıksız bir merhamet ve amasız bir adaletle kucaklamak borcundayız.

Çünkü yaşadığımız anı idrak edebilmek, dünya denen imtihanın belki de en önemli aşaması ve biz belki de bu idrake eremediğimiz için bugünü beklerken dünü kaçırdık, yarını beklerken de bugünü kaçırıyoruz.

Oysaki, her şeyi yerli yerine koymak için tek imkânımız aldığımız şu nefesten ibaret; o nefesin öncesi kaybolup gitmekte olan bir hatıra, sonrası sadece bir ihtimalden ibaret.

Farkındalık temennisiyle.

Exit mobile version