DOĞRU OKUYAMADIK!

Yaşanmışlıkların yorumlanmasında “niyet” ve “amaç” unsurları kadar konuya ilişkin “fikir” ve “kabullerimiz” de önemli sanırım. Çünkü fikir ve kabullerden kurtulmak yerine onların bilincinde olmak; anlam inşasının tam,doğru ve yerinde olabilmesi için başlı başına bir gereklilik. Aksi takdirde içerik ve gerekçesini fark edemediğimiz her türlü fikir, oluşum veya kabulün esiri oluyor ve bilgiden ziyade yaşanmışlıklarımızın işimize […]

DOĞRU OKUYAMADIK

Yaşanmışlıkların yorumlanmasında “niyet” ve “amaç” unsurları kadar konuya ilişkin “fikir” ve “kabullerimiz” de önemli sanırım. Çünkü fikir ve kabullerden kurtulmak yerine onların bilincinde olmak; anlam inşasının tam,doğru ve yerinde olabilmesi için başlı başına bir gereklilik. Aksi takdirde içerik ve gerekçesini fark edemediğimiz her türlü fikir, oluşum veya kabulün esiri oluyor ve bilgiden ziyade yaşanmışlıklarımızın işimize yayıp yaramamasına veya ezberimize uyup uymamasına bağlı olarak “doğru-yanlış, iyi-kötü”değerlendirmelerine tabi tutuyoruz.

Misal bir hadis uzmanını ele alalım; Okuduğu hadis-i şeriflerin şuur ve ahlâk inşa edici yönüne duyarsızlaşıp öğrendiklerini hayatına yaymak yerine ilgilenmiş olduğu sahanın salt “bilgi malzemesi” sanan uzmanımız sürekli okur, eleştirir, tespitlerde bulunur ama asıl lazım gelen “hikmet” mertebesine uzak kalır. Böylesi bir idrakle de yaşayıp “kemal” bulmak yerine bilginin sadece “hamalı” olmaktan öteye geçemez. Veya mide uzmanı bir doktoru ele alalım. Asıl uzmanlık alanı sadece mide olduğu için kendisine bu şikâyetle gelen hastanın midesine odaklandığı için vereceği ilaçların karaciğer, bağırsak veya başka organlara da sirayetini umursamaz ve karşısındakini “insan” olarak görmek yerine salt “mide” olarak algılarsa kaş yaparken göz çıkarmış olacaktır.

3 yıl önce yaşadığımız 15 Temmuz felaketini de böyle okuduk sanırım.

Neden? Hep beraber bakalım!

Öncelikle dinin aslında ne olduğunu öğrenemediği  ve devekuşu gibi kafasını toprağa gömerek gerçeklerden haberdar olmadığı için, bir bezirgânın hezeyanlarını din zanneden; mevki ve makam hırsının ruhlarındaki ilahi parıltıyı yok ettiği bu ahmaklar sürüsünü “dindar” değil “din-i-dar” addetmenin doğru olacağı konusunda sanırım hem fikiriz.

Evet, menfaatleri uğruna ülkeyi düşmanlarına peşkeş çekmeye varacak kadar alçalan; kafasını devekuşu misali toprağa gömerek gerçekleri görmediği için ya da Allah’ın “kullan” diye verdiği en önemli lütuf olan akıl nimetini gassalın elindeki meyit gibi  bezirgâna teslim ettiği için;  zihninin rahatlayacağı bir bahane arayan ve kendisini rahatlatacak, gerçekle yüzleşmekten kurtaracak argümanı bulduğu sanrısıyla  ona sarılan ve böylece de kafa konforunu bozan ‘tehlikeli fikri’ dışarı atan bu güruh; zorbalıkta adalet, zulümde hak arayan; şehitlerinin başlarını vererek kaldırdıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeye çalışan, küçücük hırslarının ardında yitip giden;  İslami, Kur’ani ve Muhammedi hakikatler cihadın aslının; nefis ve niyetle alakalı olduğunu haykırıp; asıl imtihanın yaşatmak olduğunu vazederken bu ilahi lütuflardan nasipsiz kayıp zamanların insanlarıydı. 

Peki, başka ne ekleyebiliriz bu tanıma?

Bence; İlahi mesajın evrenselliği ve bu mesajın tüm insanlığa indiği gerçeğini alt alta yazalım ve diyelim ki; İlahi mesaj  bir grubun, zümrenin tekeline girdiği andan itibaren “ilahi” vasfını yitirir ve ‘birlik medeniyetinin ruhu olma’ vasfını kaybederek; dün ve bugünkü gibi çatışmanın ve bölünmenin, sömürünün ve eşitsizliğin, ayrıcalığın ve tekelleşmenin, kanın ve gözyaşının sebebi olur. Allah’ın bütün insanlara gönderdiği evrensel din anlayışı veya diğer bir tabirle insan kalma mücadelesini; kılık, kıyafet, davranış ve söylemlerimizle lokal ve mahalli bir din gibi göstermeye; kendi görüşlerimize hapsetmeye; din üzerinden makam, şan, şöhret, para ve saltanat kazanmaya hiçbirimizin hakkının olmadığı gerçeğiyle ‘yüzleşmek’ de diyebiliriz sanırım buna.

Öyle ya, PeygamberimizinenbüyükdüşmanlarındanbiriolanEbuCehil, çokönceleritoplumda “Ebu’lhikmet” adıylaanılanbiriikeninkardakiısrarıveinananlarakarşıdüşmanlığıonu ‘cehaletinbabası’ yapmıştı. 

Öyleysediyebilirizki;neyi, ne için, nasılyapacağınıbilemeyenler, nefislerininkölesiolarakakıllarınımenfaatlerinekaptıranlar, hikmetineredearayacaklarıhususundakinasipleriniteperek ‘EbuCehil’leşirler.Evet, EbuCehil, Bedir’deöldürüldüamacehaletinoğullarıvekızları(şu an olduğugibi)müminlerinkarşısınadikilerekvarlıkiddiasındalar.

Görünen o ki, Hz Peygamber’inümmetiençokcehaletileavlanacakveenbüyükimtihanı da buolacak. Zira cehalet; bilginin varlığı veya yokluğundan ziyade,bilginin hikmet ile buluşamamasıyla oluşuyor. Çünkü artık adını “digital çağ” koyduğumuz şu dönemde her tarafımız bilgi yığınlarıyla dolu ve “cehalet” ise sadece bir seçimden ibaret.

Bu nedenle olsa gerek; bilen ama gönülleri dünyanın geçici metasıyla dopdolu olduğu halde iman iddiası içinde olanlar, inanmak istedikleri şeylere delil bulmak için akıl nimetini inkara kadarhadsizleşiyor, gözlerinin önündeki gerçeği görmemek için diretiyorlar. Kin, intikam, haset, öfkeyle yoğrulmuş gönüller de bildiğini iddia edenlerin ardına düşerek yaşamlarını şekillendirmekten zerre kadar çekinmiyorlar. Böylelikle de toplumda ayrışma başlıyor ve evvelki ümmetlerin yanlışlarıyla tarih tekerrür ediyor.

Dert din sayesinde dünyaya hükmetmek olunca da, hikmetin kaynağı olan ve aynı zamanda fakirlerin, gariplerin, kadınların, bir sebepten ezilmiş herkesin umut ışığı olarak gördüğü Allah elçilerine değil, gücün timsali gördükleri Roma sultanlarına öykünenlerin dindarlık tezahürleri şekilden ibaret kalıyor.

Peygamber’eimanediponungibiolmayıaklınınucundangeçiremeyen, iman edip diriltmeye ve yaşatmaya tabi olmayan; mesajları bildiği halde ne uğruna ve kimlerle mücadele ettiğini önemsemeyen; sadece güce ve güçlüye tapınan; hakikati zimmetine alıp başkalarını batıl yolların yolcuları ilan eden insanlar sizce de  idraksizlik ve ferasetsizliğindipsiz kuyusunda boğulmamış mıdır?

İlahi kelamın hikmetlerine vakıf olamadan,güç ve güçlüyle buluşunca toplumun sofrasına acı tohumlar eken ve yiyenleri zehirleyen tekfir meyvesi böylece ortaya çıkmıyor mu?

Yazık ki, bu meyveden tadanlar birbirlerinden destek aldıkça inanmak istedikleri şeye olan inançlarını perçinledikleri için haklı olma ihtiyacı hissetmiyorlar bile. Zira muhataplarının haksız olduğuna inanmak onlar için yeterli geliyor. Buna kalben inandıkları için de, ne yapıp edip yapmayı düşündüklerini akıllarınca aklıyorlar. 

Bu açıklamaların ışığında 15 Temmuz gecesine dönersek eğer; hep haykırdığım’Allah’ın bu toplum üzerinde bir muradı var’ hakikatinin doğuşu; bu lütfa mazhar olmanın kabarttığı gönüllerden yanakları ateş gibi yakan gözyaşları,vatan uğruna serden geçen gencecik fidanların imanlarına şahit kıldıkları canlarının suretinden seyredilirken,  bu mümbit coğrafyaya gelecek belalara karşı en büyük silah, uçak, tank ve tüfeğe silahsız meydan okuyup hepsini alt edebilen bir kardeşlik şuuru ve bu şuurla taçlanan birlik hususiyetinin huzurunu yudumladık mı o gece,pekâlâ evet.

Ama sanki bu olan biteni (girizgâhta andığım gibi)“duygusu bizi tatmin ettiği için” bilgisiyle ilgilenmedik veya yanlış okuduk ve bir şeyler eksik kaldı.

Zira oyun bozulmadı, sadece deşifre edildi ve bu deşifrenin şifrelerini çözmek, bugün bize nasıl bir tehlike oluşturduğunu görmek için etrafımızda olan bitene, hatta bırakınız etrafı, kendi din anlayış ve yorumlayışımızdaki savrulma ve lakaytlığa dikkat kesilmemiz kâfi gelecektir.

Çünkü 15 Temmuz’da kendi insanına bomba yağdıran bu zihniyet ve benzerleri, asıl katliamı yıllardır tanksız, topsuz, silahsız milletin inancına karşı yapıyor.

Bu yüzdendir ki, insanlıkacıveızdıraplarınınbaşkaldıransesiolarakdoğmuşbir din, insanlıkacıveızdıraplarını “kader” diyerekbastırmanınaracınahalinegeldi.

Bu yüzdendirki, “zülmeisyan” olarakdoğmuşbir din, zulmerızanın, harâmabiatıntelkinaracıoldu.“Haksızlığaitiraz”ınsoylusesiolanbir din, haksızlıkkarşısındasusandilsizşeytanlarınyalakayuvasınadöndü.

Bu yüzdendirki, “hiçbirücretistemiyorum” diyereksafbiryürektemizliğiilebaşlayanbir din, pazarlarınenbüyüğü, sektörlerinenkârlısıhalinegeldi.Kuruhurmayiyenbirkadınınoğlu (tümdeğerlerimonafedaolsun) din pazarlarınametayapıldı.

“Kölelereözgürlük” diyedoğmuşbir din, insanlarıköleleştirmeninvasıtasıhalinegeldi. “Aklınıkullanmayanpisliğebatar” diyenbirdininmensupları, insanlıkligindeakıltutulmasınınşampiyonuhalinegelerek, “vahiy” adınaakıldüşmanlığınınkalesinedönüştü.Sağlığındamüşriklerinbütünmucizeistekleriniısrarlareddeden, “Ben de sizingibibirbeşerim” diyenpeygambere, ölümündensonramüşrikler ne istediysehepsiyaptırıldı.

İşte biz,buhazintükenişiokuyamadık.Gördüğümkadarıylaokuyamıyoruz da.Resmin büyüğünü görme arzusu, asıl olanı detay zannetmeye mahkûm ediyor bizi.

Dolayısıyla bu tarafa yönelmeyen, öze dönüş konusunda çaba sarf etmeyenbu mücadelede de sınıfta kaldık. Evet, bu çağrı dirilme azmindeki vicdanlara ulaşarak, Rabbimizin muradı ile hak ile batıl bu kadar yan yan geldi ama, biz aradaki uçurumu hala fark edebilmiş değiliz kanımca.

Zira dünü, bugünü ve yarını sezebilenler farkındadır ki, sadece “suç” ve “suçlu” üzerinden yapılan bir mücadele, bataklıktaki birkaç sivrisineği etkisiz hale getirmekten öte bir anlam taşımaz. Bu mücadele, dinî tahrifatlar bertaraf edilerek, hâlâ etkisi devam eden aldatmacaları çürüterek, istismar bataklıklarını kurutarak başarıya ulaşabilir ve top yekûn bir seferberlikle özlem duyulan o mümbit günlere dönülebilir. 

Peki, çözüm ne?

Kanımcabu konuda en büyük görev Diyanet İşleri Başkanlığı’na düşüyor. 

Ama 26 Temmuz 2017 tarihinde yayınladığı rapor ile “bu tehlikeye”gecikmeli de olsa işaret eden Diyanetin o günden sonra bizzat kendi yayınladığı rapora uygun adımlar attığını (yakinen takip etmeme rağmen) ben görmedim.Gidişat göremeyeceğimizin de habercisi.

Oysa ki, haşyet ve ümit arasında akleden kalpler olarak; eğer zulmetten nura, zilletten izzete ilerlemek istiyorsak bu mücadeleyi top yekûn başlatmak, din kavramını toplumsal ve kamusal bir argüman olmaktan çıkarmak ve kişinin bireysel tercihine bırakmak; suya kanmak istiyorsak ilkin kabımızdaki fırtınayı dindirmek zorundayız. Çünkü eksikliği yaşanılmayan, özlemi çekilmeyen nimet kişiye verilmez. Yakıcı gerçekleri önceden görmek ve ona göre kalıcı önlemler almak zorundayız.

Sonuç olarak geçmişe dair önümde her şeyden daha önemli iki şey duruyor;

Birincisi ;(geçen yıl dönümünde arz ettiğim gibi) gafillerin müntesip ve muhiplerinin tamamını hapse tıksanız dahi, o yapıyı bu hale getiren en büyük yanlışı, aldatmacaları, istismar bataklığını hayatınızdan söküp atamadığınız, Rabbinizle aranızdaki tüm aracıları kaldırmadığınız, Rabbin kelamına bizzat size vahyolunmuş gibi sarılmadığınız ve hatta üstüne bir de o zihin yapısından mülhem işler yaparak dine hizmet ettiğinizi sandığınız müddetçe belki “bugünü” kazanabilirsiniz ama kesinlikle ‘yarını’ kaybedersiniz ki,tarih bunun nice örnekleriyle doludur.

İkincisi; ülke içinde birlik, kardeşlik ve bütünleşme ortamını korumak, pekiştirmek, farklılıkları kaşımamak, asgarî müştereklerimiz üzerinde yoğunlaşmaktır ki; 15 Temmuz’la mühürlediğimiz “bir olma” şuurunu her bir kardeşimizin gönlüne dokunacak kadar büyütmek ve mümbit coğrafyamızı tıpkı dedelerimiz gibi yeryüzüne nizam veren bir yurt haline getirmek zorundayız.

İşte o an şehitlerin kanları, evlatlarının gözyaşları, annelerin semaya kalkan avuçları lütfedilen edilen emanetin şükrüyle karışarak göğe yükselecek. Yaşlıların tevekkülü, gençlerin cesareti, dervişlerin zikri sarhoşların hıçkırıkları, kadınların metaneti erkeklerin kahramanlığı, Kürtlerin öfkesi Türklerin azmi, Sünni’nin tesbihatı Alevi’nin duasıyla bir olacak ve bu bir oluşla farklılıklarımızı nimet bilipgeleceğe yürüyeceğiz.

Bu idrak ve şuurla “hubbu’l-vatan mine’l-iman” (vatan sevgisi imandandır) sırrınca canlarını ve kanlarını imanlarına şahit kılan nasipli dirilerimize Rabbimden rahmet; bununla şereflenen ailelerine sabr-ı cemildilerim.

Dua ve müebbet muhabbetle.

Exit mobile version