Ey şehir insanı! Zindanda geçti ömrün

Bu yazıda bir şiir ve ardından bir sesleniş var. Şiir, şehir insanını trajedik durumunu anlatıyor. Sesleniş de o trajedik durumun daha da ayrıntılı ele alınması ve şehirlerde yaşayan zavallıların durumunu detaylı bir şekilde gözler önüne serilmesidir.

HASBİ VE HARBİ OLMAK

Ey şehir insanı! Zindanda geçti ömrün

Bu yazıda bir şiir ve ardından bir sesleniş var. Şiir, şehir insanını trajedik durumunu anlatıyor. Sesleniş de o trajedik durumun daha da ayrıntılı ele alınması ve şehirlerde yaşayan zavallıların durumunu detaylı bir şekilde gözler önüne serilmesidir.

Önce şiir:

GEÇTİ ÖMRÜMÜZ

Ne başakların sarardığından,
Ne güneşin karardığından,
Ne kuşların yuvasına vardığından,
Haberimiz oldu.

Ne kırda açan gülden, çiçekten,
Ne ovada uçan rengarenk kelebekten,
Ne dağlardaki börtü böcekten,
Haberimiz oldu.

Ne kirazların kızardığından,
Ne yaprakların bozardığından,
Ne tohumun kabuğunu yardığından,
Haberimiz oldu.

Şehrin tantanalı sokaklarında,
Karanlık, loş köşe bucaklarında,
Ruhsuz, sel gibi akan kalabalıklarında,
Geçti ömrümüz.

Ruhumuzun boğulduğu diyarlarda,
Cayır cayır yakan ateşlerde, narlarda,
Zindan gibi dört duvarlarda,
Geçti ömrümüz.

Olmayacak şeyler hayal peşinde,
Para, pul, eşya, mal peşinde,
Gerçekten uzak sanal peşinde,
Geçti ömrümüz.

Geçti ömrümüz,
Geçti, gece gündüz,
Haberimiz olmadı.
Haberimiz olmadı.

Evet bir şiir de böyle seslendim.
“Geçti ömrümüz.”

Bu isimdeki şiirim, İnsanoğlunun, özellikle şehirde yaşayan insanların dört duvar arasında, dev apartmanlar arasında, şehrin ruhsuz sokakları, çirkin meydanları içinde sıkışmış vaziyette yaşarken içine düştüğü bunalımı özetliyor.

Şehirdeki insan evde dört duvar arasında bunalımda, can sıkıntısında.

Dışarıya çıksa ne olacak?

Yine apartmanlar, yine soğuk hissiz binalar, yine ağaçsız meydanlar. Bir de tiksinilesi heykeller.

Şehirdeki insanlar şanssız. Dört duvar arasında hapishane gibi hayat sürüyor.

Ne kırları, ne çiçekleri, ne doğan güneşi görebiliyor. Şehirde yaşayan insanlar bir çok güzelliklerden mahrum.

Ne ekinlerin yükselişini, yemyeşile bürünmesini, ardından başakların dikleşmesini ve ardından sararmasını göremiyor. Kirazların, elmaların kızarmasını göremiyor. Tohumun kabuğunu yarmasını, bitkinin toprağı yarmasını göremiyor.

Şehrin insanı neyi görüyor?

Sokaklarda kuru kalabalıkları, ruhsuz yaratıkları görüyor. Parası olmayanlar belediye otobüslerine, dolmuşlara yığışmışlar, parası olanlar lüks arabalarda yılışmışlar.

Geçen gün şöyle bir düşündüm. İnsanoğlu neyle daha fazla haşır neşir olursa, onunla etkileşime giriyor. Adeta ona benziyor.

Bizim atalarımız, eski insanlar kimle muhatap oluyordu, kimle ya da neyle uğraşıyordu? Toprakla, hayvanlarla haşır neşir idi. Köyde, kırda keçilerle, koyunlarla muhatap oluyordu. Tabiat ile iç içeydi. Ondan dolayı da, onların ruhları sevecen ve müşfik idi.

Biz, şehrin insanı ne ile muhatap oluyoruz? Arabayla, teknolojik cihazlarla ve özellikle de bilgisayarlarla, ruhsuz, cansız eşyalar ile haşır neşiriz.

İşte bizler o eşyalar ile, o teknolojik aletler ile haşır neşir olduğumuz için onlara benzedik ve ruhsuz, gergin ve hissiz olduk. Hissiz makineler gibi şefkatsiz, merhametsiz olduk.

İnsan ne ile etkileşim içindeyse ona benzer.

Büyük şehirlerde çok fazla rastlandığı üzere soğuk, gergin, hüzünlü ve uzaktan bakıldığında psikolojik sorunları varmış gibi görünen insan yığınlarının o hale gelmesinin nedeni budur.

Adam kafasını saatlerce cep telefonu ekranına gömüyor. Bu adamdan psikolojik olarak huzur bekleyebilir misin? O kadar uzun süre cep telefonuna kesintisiz bakan kişi, en azından sersem gibi olur.

Evet, biz şehirlerde, büyük, devasa kentlerde yaşayanlar, ne sabah güneşin doğuşundan, ne akşam yıldızların sıralanışından haberdarız.

Çünkü üstümüzde gökyüzü yok. Üstümüzde beton var.

Beton bizim yeryüzüyle, gökyüzüyle irtibatımızı kesti. Beton bizim doğayla irtibatımızı kesti.

İnsanoğlu gerçekten de şehirlerde güzelliklere, tabiata ve Allah’ın vermiş olduğu diğer tüm doğal nimetlere hasrettir.

İşte bunu ruhumda acı ve hüzünle hissettim ve bu makus talihi dikkate alarak o şiiri yazdım.

O şiir gerçekten de bir makus, uğursuz durumu ifade ediyor. Ve bu ahvalde, bu makus, bu uğursuz hal üzere ömrümüz heba oluyor. Yaşadığımızı anlamadan hayat geçiyor. Ömür bitiyor. O şiirimde bunu ifade ettim.

Bu hüzünlü ahvalde şiir yazmak ve yazı kaleme almak mühim değil. Tabii Şairane yazmak mühim. Bunu kastetmiyorum.

Şehirlerde yaşayan insanoğlu tabiatla nasıl buluşacak? Büyük şehirlerden ve apartmanlardan, samimiyetsiz sohbetlerden ve riyakar yığınlardan nasıl kurtulacak? Şehrin loş köşelerinden, pis, kirli ortamlarından nasıl sıyrılacak? Biz bunu nasıl sağlayacağız? Tüm insanlık bunu nasıl gerçekleştirecek? İşte bu soruların cevabı mühim.

Dev tapınaklar gibi inşa edilen alış veriş merkezleri (AVM’ler) insanlara mutluluk vermiyor. Taş yığınları, Firavun piramitleri gibi devasa yapılmış alışveriş merkezleri insanları mutlu etmiyor. Onlar birer Para Tuzağı. Orada insanlar ruhlarını kaybediyorlar.

Ama insanoğlu böyle bir kısır döngüye düşmüş. Önce can sıkıntısı. Ev içinde can sıkıntısı. Sonra AVM’lere giderek can sıkıntısını aşacağını ve atacağı düşünüyor zavallı insan. Oraya gittiği zaman, orada canı sıkıntısı daha da artıyor. Çünkü para tuzağına düşüyor.

Eve gelip sıkılıyor, dört duvar arasında. Oradan kendini dışarıya atıyor. AVM’den eve geliyor, yine canı sıkılıyor. Yine kendini dışarıya atıyor. Kısır döngü böyle sürüp gidiyor.

Bir yazar şöyle diyor: “Eskiden insanlar hayatlarından memnun olmadıklarında devrim yaparlardı. Şimdi alışveriş yapıyorlar.”

Evet, kapitalist vahşi düzen, AVM’ler diye bir düzenek kurmuş, insanları bir aptal, salak yerine koymaktadır.

Yazımın sonunda şöyle sesleniyorum: “Kalabalık dev şehirlerde yaşayan ey zavallı insan, aptallıkla, salaklıkla geçti ömrün. Ey şehir insanı ey! Zindanda geçti ömrün.”

Ahmet Sandal

 

Exit mobile version