HAYATTAN SONRASININ ADINI KOYMAK

Malik bin Dinar Hazretleri anlatıyor: Hz. Rabia’nın yanına gittim, abdest alırken kullandığı bir kırık testiden su içerken gördüm onu. Altına da eski püskü bir hasır sermiş, bir kerpici de başına yastık yapmıştı. Bunu görünce içim acıdı; “Ey Râbia! Zengin dostlarım var. Eğer izin verirsen senin için onlardan bir şey isteyeyim” dedim. “Ya Mâlik! Bana da […]

Yazar Sadıkoğlu'nun “Ücretsiz Kitap Seti” Kampanyası

Malik bin Dinar Hazretleri anlatıyor:

Hz. Rabia’nın yanına gittim, abdest alırken kullandığı bir kırık testiden su içerken gördüm onu. Altına da eski püskü bir hasır sermiş, bir kerpici de başına yastık yapmıştı.

Bunu görünce içim acıdı;

“Ey Râbia! Zengin dostlarım var. Eğer izin verirsen senin için onlardan bir şey isteyeyim” dedim.

“Ya Mâlik! Bana da onlara da rızk veren bir ve aynı Zât değil midir?” dedi.

“Evet, öyledir” dedim.

“Şu hâlde; O, fakirleri fakir oldukları için unutuyor da zenginleri yalnızca zenginlikleri nedeniyle mi hatırlıyor ve yardım ediyor?” dedi.

“Hayır, hiç de öyle değil” dedim.

“O, halimi bildiğine göre kendisine neyi hatırlatacağım? O öyle istiyor, biz de O’nun istediğini razı olmuş durumdayız” dedi.

Notlarımı karıştırırken denk geldiğim bu yaşanmışlık, işin teslimiyet boyutunu anlatan ve üzerinde tepindiğimiz manevi mirasın ruh köklerimize kodlaması gereken değerlerden, çok küçük bir cüz idi sadece.

Ancak biz; bugün içinde kaybolduğumuz, dişlileri arasında ezildiğimiz tüketim çarkında bu tür misalleri anlamaktan epeyce uzaktayız. Çünkü göğsünden süt emdiğimiz kapital çağ, bize hep “daha fazlasını” öğütleyerek ruh köklerimize kodlanan şahit olmayı, sahip olmaya çevirmek için yürek teri döküyor.

Oysa kabul etmeliyiz ki daha çok tüketim, daha çok eğlence, daha fazla refah, daha fazla konfor adına hayatını birer mutluluk sarhoşu olarak yaşayan, yaşamaya çalışan, böyle bir yaşamayı ihtirasla isteyen kitleler; aslında hayattan “kendi payına düşenin fazlasını” istemiş oluyorlar.

Dolayısıyla kim nasip edilen rızkından daha fazlasına talipse ya da kim kendi payına düşen hayatı “ölçüsüzce” büyütmek istiyorsa; bilsin ki, bunu bir başkasının hayattan aldığı payı “küçültmek” pahasına, onun hakkını gasp ederek istiyor.

Bu hırsımızdan olsa gerek donuk, canlılığını yitirmiş bir şuur; öğrendiğini ezbere dönüştürmüş, tekrarlara tutunarak yaşamaya çalışan beyhude kişiliklerimizle, her şey gün geçtikçe daha cilalı, daha törensel, daha laçka hale geliyor ve zengin gelenekler ister istemez cafcaflı gösterilere, kutsanmış esaslar abartılı törenselliklere, mütevazı gayeler heveskâr vasıtalara feda oluyor.

Ama yetmiyor; bu gasp kültürü, artık can almaya, yaratan kudretin aziz ve mukaddes kıldığı cana üstelik artık sıradan insanlarla kastetmeye de başladı.

Malumunuzdur…

Algı krallığının tahtında oturan medya, sanki karanlık gölgelerle söz birliği etmişçesine ve bu mümbit coğrafyada “sevgi, iyilik ve merhamet adına hiçbir şey yokmuş gibi” hemen her gün ülkenin herhangi bir coğrafyasında ortaya çıkan bir kötüyü ve onun sergilediği kötülükleri canımızı acıta acıta, yüreğimizi kanata kanata zihnimizin derinliklerine boca ediyor.

Kapital bir dünyada kötüyü ve kötülüğü özellikle haber unsuru yapmak istemelerinin sebebini kendi cephemde zorlansam da bir parça anlamaya çalışıyorum ama bu tür olayların birer haber niteliği taşıyıp taşımadığı konusu çok uzun sürecek bir tartışma.

Zira kötülüğü beslemekten, karanlığın siyahını artırmaktan, kamusal vicdanda onulmaz yaralar açmaktan başka bir işe yaradığını sanmıyorum bu tür haberlerin.

Bakın mesela…

Son bir hafta içinde öpmeye dahi kıyamayacağınız henüz küçücük bir çocuğumuzun karanlık eller tarafından öldürülerek battaniyeye sarılı cesedini derin dondurucuda saklayan caniler, bir şarkının sözlerini bilmediği için egosu tatmin olmayan bedbahtlarca yüzü ve boynu parçalanarak katledilen sanatçı bir baba ve onun bir ömür boynu bükük bırakılan yavrusu, son olarak da yaşlı, hasta ve biçare bir kadına üstelik özel bir hastanede uygulanan şiddetten haberdar olduk.

Tabi bunlar buzdağının görünen yüzü.

Kim bilir korku, endişe ve adalet kavramına karşı yitirdiğimiz güven duygusu hangi karanlık ellerin sebep olduğu hangi acıları örtüyor da bizim haberimiz olmuyor.

Boyutlarıyla, tahribatıyla, gönül coğrafyamızda uyandırdığı dehşet dalgalanmalarıyla elbette sıra dışı hadiseler bunlar, evet ama bu kanlı madalyonun diğer yüzünde böylesine yürek yakan şiddet gösterileriyle rahatlıkla bağdaştıramayacağımız sıradan mekanlar, sıradan zamanlar, sıradan hayatlar ve sıradan insanlar var.

Çünkü elimizdeki ve gözümüzün önündeki ekranlardan ısrarla “şiddet” pompalayan modernlik (!) kültürü, olgunlaşan meyvesini şiddete meyilli ve insani vasıflarını yitirmiş karakterler üzerinden değil, artık sıradan insanlar üzerinden veriyor.

Peki ne oldu da sıradan insanlar artık şiddetin öznesi haline geldi ve yazık ki geliyor?

Biz nasıl bir felaket yaşadık ki yaratan kudret dahi kötüleri cezalandırmayı ötelere saklarken; biz, bizim gibi düşünmeyen, akletmeyen, yaşamayan, fikretmeyen herkese anında haddini bildiren(!) faşist zihinlere sahip olduk?

Sanırım bu sorunun cevabına ulaşmak için son 30-40 yıllık sosyolojik röntgenimize bakmamız gerekiyor. Zira o röntgen bize zaten var olan ama 90’lı yılların başından itibaren yoğunlaşan kültürel saldırıların, zihinlerimizi hedef aldığını açıkça gösteriyor.

Küreselleşme adı altında ülkesizleştirilen zihinlerimizle; yaşama dair amacımızı, bize yaşamın nasıl bir ödev olduğunu fısıldayan şuurumuzu, bize insanca yaşamanın kodlarını sunan manevi dinamiklerimizi, iyi yaşamak değil ancak iyi işler yapmakla bir insanın erdemli olabileceğini ikrarla ikaz eden ruh köklerimizi düşürüp yitirdik bir yerlerde.

Sadece bir kaçımız değil, (başta kendi zavallı nefsim) hemen hepimiz, sevgiyi ve merhameti her kesim için iktidar yapmak adına döktüğümüz yürek terimizden vazgeçtik. Sorumluluklarımızın ihmali olan bu vazgeçiş, yaşam ve zihin konforlarımızı bizler için birer tapınç nesnesi haline getirdi.

Hemen hepimiz insan olmanın, insan kalabilmenin faziletlerini hemen her gün gündeme getirip en yüksek perdeden konuşuyor, okkalı cümlelerle anıyor olsak da halimiz, dilimizi yalanlar hale geldi. Nefislerimiz tabiatı gereği belki evliyalığa razı gelmedi ama vicdanlarımız da yazık ki eşkiyalığı reddedecek kadar omurgalı duramadı.

Adına “milenium” denen ve büyük kutlamalar, şaşalı gösterilerle adım attığımız bu ölçüsüzlük çağının başından bu yana aynı hoyrat havanda dövülüp, aynı derinliksiz kalıba döküldük. Plastik kokulu bu çağın bütün öğretileri yatırımı içimize değil kalıbımıza yapmamızı öğütlediği için “el alem ne der?” putuna tazim edip sahip olma hırsı içinde insanlığımızı, fıtratımızı, tabiatımızı çağın çarkları arasında öğüterek varlık gayemizin, yaşam ödevimizin fersah fersah gurbetine düştük.

Peki üşüyen ruhlarımıza, ufka dalıp giden gözlerimize, yürek ülkelerimizdeki kavuran hasretimize rağmen bu gurbetin farkında mıyız? Yazık ki hayır!

Sonradan edindiklerimizi sanki kırk yıldır bizimlermiş gibi ihtirasla sahiplenirken, dünyanın geleceği ya da insanlığın esenliği için en ufak bir kazanımımızdan, en türedi bir alışkanlığımızdan vazgeçmeyi dahi kabul ettiremiyoruz kendimize.

Zira hayata herhangi bir ekrandan, monitörden ya da tabletten bakan, sadece kulaklığındaki müziğe kulak veren, sadece futbola ya da basketbola ilgi duyan, sadece fastfood ürünlerini yenebilir bulan, hayata ve insana kapalı koca bir kalabalık suçu, günahı, yanlışı, kiri ve karanlığı sürekli başkalarında teşhis etmekle, kendini bunlardan temizlediğini zannediyor, başkasının kusurunun kendi günahını temizleyeceği vehmi içinde çirkine engel olarak değil ondan sadece söz ederek güzelleşebileceğini sanıyor.

Bu yüzden olsa gerek; başkalarının kötülüğü üzerinden yürüyen hesapların toplamından bize hiçbir pay düşmeyebileceğini umuyor, aslında pasif iyiliğimizden beslenen kötülüklerin hemen tamamının üzerindeki parmak izlerimizi göremiyoruz.

Kötülerin eylemleri ile, kötülüklerin ise karanlığı ile başka kötüleri ve kötülükleri çağırdığını unutuyor; sürekli karanlığı solumanın bize aydınlığı unutturacağını atlıyor; imtiyazla elde edilmiş herhangi bir kazancın bedelinin, bir başkasının mağduriyeti olduğunu umursamıyor; fazladan tükettiğimiz bir lokmanın bedelinin, bir başka insan kardeşimizi aç bıraktığını aklımıza dahi getirmiyoruz.

Ama çok az bir kesim için ”hayat standardı” sayılan bütün zamane oyuncakları, ezici bir çoğunluğu yoksul, aç, bakımsız, hasta ve mağdur kılıyor.

Oysa ki kalp gözümüzle baksak kötülüğün boyasından, karanlığın siyahından hepimize bulaşan bir şeyler olduğunu görebilecek; kötülüğün durup dinlenmek bilmeyen dokunuşlarının yaşattığı her travmayla vicdan duvarlarımızdan birer tuğla düşürdüğünü teşhis edebileceğiz.

Bu bakış, bizi düzelmeye bugün sanıldığı gibi siyaset, ekonomi, diplomasi, kültür, sanat, mimari, şehircilik ve çevreden değil, insandan başlamamız gerektiğini işaret edecek; kendi fıtratının gurbetine düşen günümüz insanının, özünden yeni bir insanlık inşa etmek üzere kendini yeniden sıranın en başına koyması gerektiğini benliğimize çarpacaktır.

Herkesin gülecek bir saçmalık, konuşacak bir mavra, çevirecek bir makara, merak edecek bir acayiplik peşinde olduğu bir yerde, elinizdeki bu can yakan meseleyi, derdi, endişeyi nereye koyacaksınız; kime, nerede ve nasıl anlatacaksınız bilmiyorum ama bütün dünya toplumlarının, mutluluğa giden yolun tüketme özgürlüğünden geçtiğine inandırıldığı şu zaman diliminde bu vaktin çocuğu olarak bu makus gidişatın adl-i ilahi ile terbiye edileceğini bilecek kadar tarih koklamış biriyim.

Çünkü güce, zenginliğe, tartışılmaz güzelliğe, zevk ve sefaya, ölümsüzlüğe, bu dünyada sahip olunabilecek her şeye sahip olmanın en tabii hakkımız olduğuna inandırılan günümüz insanı dünya imtihanının güç kadar güçsüzlükle, zenginlik kadar yoksullukla, güzellik kadar çirkinlikle, zevk ve sefa kadar acı ve çileyle, hayat kadar ölümle örülmüş bir dramatik denge üzerinde yaşandığını bir daha hiç hatırlamamak üzere unutmuş gibi görünüyor.

Biz üzerimize düşeni yapıp, emanet edilen kalemi zayii etmemek adına Hz. Ömer (ra)’in “Sizi hayra davet edip uyarmıyorsak bizde hayır yoktur; buna kulak verip kendinize çeki düzen vermiyorsanız sizde hayır yoktur!” ikazınca anımsatalım;

Emin olalım ki, sırf ölümü unutmak için kendimizi kollarına attığımız bu dünya da bir gün ölecek ve biz, bize ayrılan ömür vadesinde yaşadığımız çağda tüm yaratılmış için karşı koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adalete dair gönül heybemize ne koyabildiğimize dair çetin bir hesap vereceğiz!

İnanmıyorsanız, mezarlıklara gidin ve pişmanlığın o derin sessizliğini yudumlayın!

O derin sessizliğin içinde kaybolmuş mezar taşlarındaki biyografilere bakın, başında bir doğum tarihi ve bir de ölüm tarihi göreceksiniz. Ortada ise iki tarihi birbirinden ayıran ince bir tire var sadece!

Yani aslında peşine düştüğümüz, uğruna birbirimizi kırıp geçirdiğimiz bu dünya, doğduğumuz günle öldüğümüz gün arasına ilişen o küçük tireden ibaret!

Belki de eskiler, sırf bu yüzden gönlünün duvarına kendi ölümünün portresini asmış gibi kefenini alıp bir bohçanın içinde saklardı. Çünkü farkındalardı, fani olanın eteklerine sıkı sıkıya yapışmakla ellerine bir şey geçmeyeceğinin.

Bu algıyla olsun bakalım mı bugün etrafımıza;

Dün beraber yaşadığımız, yediğimiz, içtiğimiz, gülüp eğlendiğimiz insanların kaçı bugün aramızda veya kimler hâlâ bizimle birlikte, kimlerin gülümseyen yüzü eksildi resimlerde?

Evet!

Günü gelen, vadesi dolan tıpkı kendisinden öncekiler gibi, ardında üç beş kırık dökük hatıra ve birkaç beyhude diyalog bırakarak ayrılıyor dünya hayatından. Çünkü, hayattan sonrasının adını koymak için doğduk hepimiz.

Bunu bilmeyenimiz yok ama içinde bulunduğumuz gaflet hali, sanki bu bilgiye ihanet etmemizi sağlıyor ve bu ihanetle de dünyanın bir sonu yokmuş, acı bir salâ zamanın herhangi bir yerinde gününün gelmesini beklemiyormuş gibi yapıyoruz.

Ama her şeye rağmen ölümü, hayatın neredeyse en az telaffuz edilen kelimesi haline getirmiş insanlar olarak, gelip geçen hayatla barışık “eski” gönül medeniyetinden ve onların akıttığı yürek terinden tümüyle habersiz değiliz.

Ancak bilmekle olmak arasında epeyce fark var.

Zira onlar, “şahit olma” bilinci içinde hesabı çetin olur diyerek, ihtiyaç fazlası her şeyin fazlasından kaçarken; torunun hali ecdada benzemiyor maalesef. Çünkü biz onların tam aksine şahitliği sahipliğe çevirme telaşı içinde hep daha fazlasını istiyoruz sahip olduklarımızın.

Bu yüzden olsa gerek sahip olma hırsı içinde ruhunu beslemek yerine kurda böceğe rızık olacak bedenini besleyen; vaat edilenin değil, peşin olanın derdiyle kıvranan çağın modern insanı için en büyük korku, ölüm korkusu.

Çünkü modern olarak tabir edilen bu kirli ve sisli zaman diliminde, hayat denen muamma sadece maddi olanla tarif ediliyor. Maddi gerçekliğin dışında kalan her şey, bugünün insanı için bu yüzden anlaşılmaz ve korkutucu oluyor.

Belki de “kabristan uzak olursa ölüm de öyle olur” sanrısıyla kabristanlarımızı şehirlerimizin dışına çekmemizin sebebi de bu korkudur, kim bilir!

Ancak sevdiklerimizden birinin vadesi tamam olduğunda en çıplak korkularımızla kıskıvrak yakalanıyoruz ölüme. Çünkü, biliyoruz ki bir sonraki seferin adaylarından biri de biziz.

Exit mobile version