İslâm’ı “kayyum”, yani hayatın atar damarlarında atan, atması gereken bir din ve yaşam biçimi olarak tanımlıyor İlahi kelamın sahibi Rum Süresi 30.ayette.
Peki ne demek ayette anılan “kayyum” ifadesi?
“Sen sadece seccadede, camide, duada, namazda, Ramazan’da, ihramda Müslüman değilsin. Yemekte, işte, okulda, evde, sofrada, yatakta, konuşurken, çalışırken kısacası nefes alıp verdiğin sürece üzerine giydiğin, giymeyi hür iradenle kabul ettiğin bir İslâm libası var; kulluğun anlık değil son nefese kadar kul olacaksın!” demek bu!
Neden bu tabir geçiyor?
Çünkü hayatta şifrelenen hakikatleri keşfedebilmenin yolu, hayata değebilmekten ve hayatı soluyabilmekten, duyabilmekten geçer. Hayatı soluyabilirseniz, hayatın size fısıldadığı hakikatin şifrelerini de arı-duru, su katılmamış bir berraklıkta duyabilmeniz imkân dâhiline girer. Dolayısıyla hayata değebildiğiniz, hayatı soluyabildiğiniz ve hayatı duyabildiğiniz andan itibaren; hayatı, hayata nakşedilen hakikatin şifrelerini okumaya da başlayabilirsiniz.
Çünkü hayat, Hayy’dan gelir. O yüzden canlı ve diridir; insanı diriltir ve canlı tutar. İnsan denen varlık canlandığı zaman ise hayata ruh katar.
Bu canlılıkla hayatı okudukça dokuyabilir, dokunabilir, bütün renkleriyle ve boyutlarıyla koklayabilir, yaşayabilirsiniz. Eğer hayata değebilirseniz; hayatın, insanın, dolayısıyla hakikatin değerini bilir, hayata ve insana değer verebilir, artı değer katabilirsiniz.
İlahi kelamda “kayyum” ifadesinin kullanılmasının ana sebebi bu acizane fikrimce.
Çünkü bu sıfat olmazsa hayatın akışına kapılır, oraya buraya sürüklenir ve kendini, hakikati ve en sonunda da Yaratıcısını unutur insan.
Ama ilahi kelamın “kayyum” sıfatının farkındalığını yakalayan insan; temizlenmiş ve dirilmiş olarak hayatı yeniden soluklar, yenilenerek doğrulur ve hayatın hakikatle buluşması yolculuğuna bizzat tanıklık eder.
Başka hiçbir inanç veya felsefe sisteminde böylesine hem enlemesine hem de boylamasına hayatın her alanına nüfuz eden bir sistem yoktur. Çünkü bu sistem hayatın içinde, atardamarlarında akmayı teklif eden bir sistem!
Bu akış olmazsa hayattan, hayatın kokusundan-dokusundan, havasından-suyundan, toprağından-taşından uzaklaşan insan; hakikatle buluşma, hakikatle temas kurma yollarını da kaybeder.
Bu akışı yakalayamayan ve hayata değemeyen, hayatın yüzeylerinde gezinen insanlar, hayatı değil, kütlelere dönüşen kitleler hâlinde, çağın ördüğü ağları yaşarlar ve bu ağlara hapsolmayı yaşamak sanırlar. O yüzden ezbere konuşurlar, ezberleri konuşurlar.
Anmaya çalıştığım bu ezberler yıkılmaz veya ezberlere hayatın hakikati önünde diz çöktürülmezse hem “kayyum” sıfatından çok uzakta; ayartıcı ve hayatın sorunlarından uzaklaştırıcı din-dışı kutsallıklar üreten hız, haz ve tüketim dini olan kapitalizme iman eder; hem de buna ilaveten bireysel meditasyona dönüştürülen, içi boşaltılarak ve tanınamayacak kadar tarumar edilerek post modern dünyaya eklemlenen İslâm anlayışını haz, hız ve ayartıcı güçlerin ortaya çıkardığı manevî boşluğun giderilmesinde, üzerinin örtülmesinde veya ertelenmesinde kullandığınızı sanırsınız.
Böyle bir Müslümanlık anlayışı da ruhunu yitirmiş bir din anlayışıdır. Dini yalnızca bireysel konfor alanına hapseden, hayatın bütün alanlarından uzaklaştıran sorunlu bu anlayış; dinin protestanlaştırılması, sekülerleştirilmesi ve nihayetinde de (ne kadar itiraz edersek edelim) bitirilmesi sonucunu doğurur bu.
Bu konuyu neden açtım?
Malum Diyanet İşleri Başkanlığımızın ilamı ve ortak bir içtihatla birkaç gün sonra (rivayetsel olarak Ramazan Ayı’nın 27.gecesi) Kadir Gecesi.
Basit zannettiğimiz için ihmal ettiğimiz, hakiki imana kapı aralayan böylesi bir teferruattan kopuşumuzun bütün büyük dertlerimizin anası olduğunu ihtar için bu konuya değinmek istedim bugün.
Neden tüm sorunların kaynağı, hep beraber bakalım;
Biz, hayatın her alanına dair en küçük detaya varıncaya dek söyleyecek sözü olan bir dinin mensupları ve bu sözü, kendi hayatında en güzel örnek olarak, bu oluşun hakkını kâmilen tatbik eden Alemlere rahmet olanın ümmetiyiz.
Bir bardak su içmenin bile kaç ayrı edebi olduğunu ondan öğrendik.
Hatta uyurken hangi tarafa nasıl yatacağımızdan, hangi vakitlerde niçin ne kadar uyumamız yahut uyumamamız gerektiğine, pantolonumuzu nasıl giyeceğimizden gömleğimizi hangi düğmeden başlayarak ilikleyeceğimize, bir sözü kaç kez tekrar edeceğimizden bir kapıyı kaç defaya kadar çalacağımıza, tırnağımızı kesme şeklimizden yüzüğümüzü hangi parmağımıza takacağımıza, yürümenin nasılından tebessümün ne kadarına, velhasıl doğumdan ölüme kadar karşılaştığımız hangi şeyi nasıl, niçin ve ne şekilde yapacağımızı “Yaşayan Kur’an’dan öğrendik.
Yirmi üç yıllık süreçte İslâm gibi mümbit bir dinin bireysel konfor alanının dışında yani bizzat hayatın içinde yaşanması gerektiğini; yaşayan her insanın yaşadığı çağa karşı borçlu olduğunu; “Müslümanım” diyen her insanın bütün yaratılmış için dil, din, ırk, renk ayırmaksızın “güven adası” olması gerektiğini ısrarla teklif eden ve tebliğin ancak temsille mümkün olacağını fısıldayan bu öğretilere rağmen bugün başkalarına ne olmadığımızı tarif edelim derken kendimiz kim olduğumuzu unutmuş; yitiğimizi bulalım derken kendimizi yitirmiş durumdayız.
Hayatın her sahasında her şeye sahip olsak bile, onlara sahip olan bizden bir başkası artık. Çünkü biz bizde yokuz. Zihnimiz, kalbimiz, kelimelerimiz, değerlerimiz, hayallerimiz, mahallemiz, üniversitemiz, evimiz, çarşımız, her şeyimizle bir başkasına ait artık.
İslâm gibi mümbit ve hayatın her alanına dair öğretiler sunan bir yaşam biçimini bireysel konforumuza hapsettiğimizden beri yokluğuna kahrolmamız gerekenlerin nisbî varlığına sevinme, varlığına isyan etmemiz gerekenlerin kısmî yokluğundan memnun olma devrini yaşamaya başladık ve yaşamaya devam ediyoruz.
İlahi kelamda “Allah’a ve Peygamberine savaş olarak” ilan edilen faizin, bırakın hayatın her alanına girmesini; memleketimizde telaffuz edilebiliyor olması bile isyan edip ayağa kalkmamızı gerektirirken, faizsiz bankacılığın varlığı teselli sebebimiz oluyor. İçki servisi olmayan lokanta, odasında seccade bulunduran otel, mescidi olan alışveriş merkezi bulmak mutlu ediyor bizi. Müslüman ülkenin okullarında, Müslüman çocukları artık seçmeli Kur’ân-ı Kerîm ve Siyer-i Nebî öğrenebilecek diye Müslümanlar olarak seviniyoruz.
Var mı Allah aşkına garipliğin bundan daha ötesi?
Mutlak var olması gerekenlerin yokluğuna o kadar alıştırıldık ki, önümüze bırakılan birkaç kırıntıya ziyafet muamelesi yapıyoruz.
Bu yüzden olsa gerek ki; aklımız başka söylüyor, kalbimiz başka atıyor. Bu yüzden olsa gerek ki sahip olduğumuzu sandığımız imanımız başka bir yere çağırıyor, içinde yaşadığımız zaman başka bir yere. Bu yüzden olsa gerek ki içimiz bizi ölümle doğulacak olan bir hayatın hazırlığına davet ediyor, dışımız ölümü hiç hatırlamadan gününü gün etmenin davetçisi.
Peki neden?
İşte tüm bunların asıl sebebi yazımın en başında andığım “kayyum” hitabının üstünü örtüp, İslâm’ı hayatın içinden çekip alarak bireysel konfor alanımıza hapsetmemiz.
Kısa bir süre kutlayacağımız (!) Kadir Gecesi de bu fikriyatın ürünü.
Evet, uydurduğumuz ve bir Osmanlı geleneği olan kandillerin haricinde İlahi kelamda anılan geçen tek kutsal gece olan “Kadir Gecesi”. Bu bizzat Kadir Süresi ile sabit.
Anlamı “kıymet, değer, ölçü” olan bu gecede fısıldanan gerçek Kur’an-ı Kerim’in indiği geceye kıymet ve değer kazandırdığı gerçeğidir.
İşte bizim bu gece ile ilgili, üzerinde düşünmemiz gereken konu da tam olarak burada!
Kur’an-ı Mübin neden indi?
Geceye değer kazandırmak için mi; yoksa onu okuyan, hayatına uygulayan, içindeki karanlıkları onun sunduğu ışıkla aydınlığa boğarak etrafını aydınlatan insanlara değer kazandırmak için mi?
Buradaki atıf durağan hale getirip “bonus gecesi(!)” ilan ettiğimiz geceye mi yoksa “zamanı değerli yapan içinde yaşanandır, içinde yaşananı hangi zamana taşırsanız onu değerli yaparsınız!” fikri mi?
Bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2015 yılındaki tespiti ile (ki bugün tablonun çok değiştiğini sanmıyorum) yüzde 98’i Müslüman olduğunu iddia ettiği halde bu yüzde 98’lik kesimin tam yüzde 92’sinin bir kez dahi Kur’an mealini okumadığı bir toplumda “çok değerli” olan bu kitap bir kez dahi olsun okunmamışsa, tanınmamışsa, tanıtma yolunda ciddi bir gayret ortaya konmamışsa Kadir Gecesi’nde inen kitabın kadrini bildiğimiz söylenebilir mi?
Sadece kapağı kutsanan, içeriğinden bihaber olunan bir kelam, bizim bir gecemizi nasıl bin aydan daha hayırlı getirecek bilen var mı?
İndiği geceye bin aydan daha fazla hayır getiren İlahi kelam; onu okuyan, anlamaya çalışan, içine sindiren, her davranışıyla ondaki güzellikleri görünür hale getiren ve onu muhtaç olan gönüllere de götürmeyi dert ve dava edinen kişiye Allah katında ne kazandırır hiç düşündünüz mü?
Evet!
Tüm yazı, makale, eser ve seslendirmelerimde andığım gibi, İslâm gibi hayatın her alanında yaşanması gereken bir dini bir geceye, ana, zaman dilimine hapsedemezsiniz.
Kur’an-ı Kerim’in indiği Kadir Gecesi, ayetin de onayı ile elbet ki bin aydan daha hayırlıdır ama bizim için Kadir Gecesi ilahi kelam ile buluştuğumuz, okuduğumuz, anladığımız, anlamak için çaba gösterdiğimiz, bu çabayı hayatımıza yaydığımız, bu yayışı aç olan ruhlara da götürmeyi dert ve dava edindiğimiz her gecedir, her zaman dilimidir.
Fark edebilene selam olsun!
YORUMLAR