Kahramanmaraş’ta Kurtuluş Savaşında Bayrak Olayı Ve Direniş Ruhu

İtilaf Devletleri Birinci Dünya Harbi’nde kendi aralarında yaptıkları işgal planında Maraş’ı önce  İngilizler’e ardından da Fransızlar’a vermişlerdi. Ancak masada yaptıkları planlar sahada tutmadı. Anadolu’nun farklı bölgelerinde halkın göstermiş olduğu kutlu direniş hareketleri, ulusal mücadeleye ve nihayetinde bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına zemin hazırladı.     Kurtuluş mücadelemiz destanlarla doludur. Bu destanlardan biri de Maraş’taki Bayrak Olayı’dır. 28 […]

Kahramanmaraş'ta Kurtuluş Savaşında Bayrak Olayı Ve Direniş Ruhu

İtilaf Devletleri Birinci Dünya Harbi’nde kendi aralarında yaptıkları işgal planında Maraş’ı önce  İngilizler’e ardından da Fransızlar’a vermişlerdi. Ancak masada yaptıkları planlar sahada tutmadı. Anadolu’nun farklı bölgelerinde halkın göstermiş olduğu kutlu direniş hareketleri, ulusal mücadeleye ve nihayetinde bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına zemin hazırladı.    

Kurtuluş mücadelemiz destanlarla doludur. Bu destanlardan biri de Maraş’taki Bayrak Olayı’dır. 28 Kasım 1919 tarihinde Maraşlılar cuma namazı kılmak için Ulu Camii’de toplanmıştır. Cuma hutbesini vaaz etmek için elinde Türk Bayrağı ile minbere çıkan Rıdvan Hoca o ünlü seslenişini yapar. 

“Ey Cemaat, minbere cuma hutbesi için çıkmadım bilesiniz. Cuma namazı hür insanlar için farzdır. Kalesinde kendi bayrağı dalgalanmayan bir memlekette cuma namazı kılınmaz. Önce bayrağımızı yeniden dalgalandıralım sonra namazımızı kılalım” der.

            Bir anda camide tekbir sesleri yükselir. Halk bu duygu ve cesaretle kaleye hücum eder. Fransız askerleri korkudan ne yapacağını şaşırır ve bayrağımız tekbir sesleriyle yeniden göndere çekilir.

            Bayrak olayının üzerinde tam yüzyıl geçti. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi restore ettiği Tarihi Maraş Kalesi’nde bir dizi etkinlik düzenliyor. Etkinliklerin ilki beş haziranda saat 11:30’da Ulu Camii önünden kaleye yapılan bayrak yürüyüşü ile başladı. Kalede Türk Bayrağı göndere çekildi. Protokol konuşmaları yapıldı. Ardından yüzyıl aradan sonra yeniden kalede yüzlerce kişi birlikte cuma namazı kıldı.

            Direniş heyecanı yakalandı ancak direniş ruhu var mıydı çok emin değilim. Altıyüzbin kişinin yaşadığı şehirde açılış programı pasif kaldığı gibi cuma namazına da katılım düşüktü. Taş patlasın altıyüz kişi vardı. Heyecan, duygusal bir tepkidir. Etkili bir hitabetle benzer duygular yeniden yakalanabilir. Ancak direniş ruhu kişilerin doğrudan yaşam biçimiyle ilgilidir. Bu anlamda yüzyıl aradan sonra aynı direniş ruhunu gözlemek pek mümkün görünmüyordu. Zira yüzyıl önce verilen mücadelede düşman somut ve netti. Ancak bugün için aynı şeyleri söylemek çok zor. O gün gönderden indirilmesi gereken Fransız Bayrağı iken bugün indirilmesi gereken o kadar çok sempol var ki. Hadi bir kaçını birlikte sayalım: Altımızdaki otomobil, otomobilimizdeki yakıt, sırtımızdaki takım elbise, içimizdeki iç çamaşırı, tenimizdeki parfüm ve krem, saçımızdaki boya, kolumuzdaki saat, parmağımızdaki yüzük, boynumuzdaki mücevher, kafamızdaki gözlük, omsumuz ve elimizdeki çanta, cep telefonumuz, bilgisayarımız, evimizdeki mobilya, alışveriş yaptığımız market, yemek yaptığımız kap kaçak, kristal bardaklarında yudumladığımız içecekler ve belki de en önemlisi bütün bu saydıklarımızı/sayamadıklarımızı ve bizleri sigortalayacak şirketlerine duyduğumuz güven…

            Hiçbir millete karşı bir önyargım yok. Faşist değilim. “Cahiliyeden kalma artıklar” tarihin çöplüğünde yerini almıştır. Ancak eğer direniş ruhunu anlamazsak sömürünün yön değiştirdiğini de anlayamayız.

            Machiavelli, Hükümdar adlı kitabında üç kuşatma türünden bahseder. Bunların ilki fiziki kuşatmadır. Düşman güçlerin askeri birlikleri ile gelir, kanlı bir çarpışma olur ve kuşatmasını yapıp ülkeye yerleşir. Bu geleneksel kuşatma maliyetlidir. Emperyal ülke içinde can kayıplarına neden olabilir. İkinci kuşatma şeklinde ise emperyal güçler asker göndermek yerine kuşatacağı ülke vatandaşından iyi yetiştirdiği bir liderin başa gelmesini sağlar. Böylelikle her istediğini savaşa gerek kalmadan bu lider eliyle yaptırır. Ancak bu kuşatma şeklinin de kısmen riskleri vardır. Kendilerine sadık bir lideri bulmak ve yetiştirmek zor olabilir. Bununla birlikte hedef ülke vatandaşları toplumsal bir ayaklanma ile kukla lideri alaşağı edebilir. Üçüncü ve en risksiz kuşatma ise kültürel kuşatmadır. Kültürel kuşatma için emperyal güçlerin asker göndermesine de lider yetiştirmesine de gerek kalmaz. Emperyal güçler basın, yayın, medya ve şirketler ile bir moda ve tüketim kültürü oluşturur. Böylelikle toplumu istedikleri şekilde yönlendirir.

            Şimdi bu kuşatma şeklinin düşünürken Hazreti Mevlana’nın kuzunun kurda aşık olduğu benzetmesi aklıma geliyor. Ne kadarda yerinde bir tabir. Emperyel güçler o kadar çok kültürel kuşatma yapmışlar ki yukarıda saydığımız temel başlıkların herkesce malum markalarının ismini bile vermekten çekindim. Evet küreselleşen dünyada yaşıyoruz. Kendi içimize kapanmamız mümkün değil. Belki hepimiz benzer markaları bir şekilde kullanıyoruz. Sıkıntı olan durumda bu ya! Madem küreselleşen dünyada yaşıyoruz. Neden üretemiyoruz veya kurtla alış veriş yapmaya devam ediyoruz? Lütfen düşmanımızı kendimize güldürmeyelim.

            O zaman gelin sempolleri düşman ilan etmeyelim. Bütün bunları düşündüğümüzde işgal 1919’da bitmiş mi oluyor yoksa işgal beynelminel devam mı ediyor? Merkeze direniş ruhunu koyalım. Eğer merkeze direniş ruhu koyarsak bizi işgal etmeye çalışan dahilî ve haricî bütün bedhahlardan, maddi ve manevi unsurlardan kendimizi kurtaramamız daha kolay olacaktır.

Şükrü BİLGİÇ

sosyologsukru@gmail.com

Exit mobile version