Yüreği, unutulmuş en büyük sünnetlerden biri olan “insanlığın derdi ile kıvranma” sancısıyla kavrulan küçük bir azınlık, çok iyi farkında biliyorum;
Ruh köklerinden uzaklaşmış; üzerinde tepindiği dünyanın en büyük açık hava kütüphanesinden hikmet yudumlamak yerine bir çöl bedevisi gibi muaşeret ve ahlâki zekadan uzak, aidiyet meselelerini çöz(e)meyen ve artık her kesime bulaşan ahlâki sorunları samimiyetle görmeye bile yanaşmayan bir toplumuz artık.
Bu nedenle olsa gerek; volümü yüksek tutulabilen iddialarla ve ateşi sürekli körüklenen bol itiş kakışlı tartışma ortamlarıyla yaşayıp gitmek dışında pek bir seçeneğimiz kalmıyor.
Kendimizi dünyanın en temiz, en ahlaklı, en bilinçli, en donanımlı, en iyi kalpli, en demokrat, en adil, en hakkaniyetli insanları sanmakta ısrar ediyoruz ama bozuk olanla yüzleşmediğimiz, düzgünüyle değiştiremediğimiz, zihin ve yaşam konforlarımızdan taviz vermemizi isteyen yorucu tamir gayretlerini göze alamadığımız için kaçınılmaz olarak yalpalıyoruz.
Bir takım bold karakterli sıfatlara, tanımlayıcı kavramlara, sloganik tekerlemelere, hamasi sloganlara tutunarak bu yalpalamayı görmezden gelsek de sürekli yolumuzu kaybetmemizin, çıkmazlara düşmemizin, aynı engellere takılmamızın ve tüm bunlara rağmen dönüp güzergahımızı kontrol dahi edemeyişimizin, başka bir açıklaması yok benim zihnimde.
Nedenine baktığımda ise artık “özne” olamayışımız dışında, başka bir sebep de bulamıyorum.
Çünkü takdir edersiniz ki “sorumluluk bende” diyebilmek, özne olabilmenin karakteri; her olumsuzlukta başka “suçlu arama” kolaycılığı, parmağıyla hep başkalarını işaret ederek mevcut toplumsal kötülüklerin faillerini meçhul hale getirme ya da “kurtarıcı bekleme” acziyeti ise nesne olmanın özelliğidir.
İlahi hitap açısından baktığınızda bile bunun böyle olduğunu görebiliyoruz;
Çünkü Hz. Âdem ile Hz. Havva, ilahi hitapta anılan ve kodlanan zihinsel algılarla türlü mitolojik anlamlar yüklediğimiz ilk günahı işlediklerinde, şeytanı suçlayarak kendilerini temize çıkarmaya kalkışmamışlar; onun yerine özne olmanın gereğini yaparak sorumluluğu üstlenmiş ve “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, muhakkak ki kaybedenlerden oluruz” (Araf, 39) demişler ve azmettirici şeytana rağmen kendilerini sorumlu tutmuşlardı.
Bizler ise hem bireysel hem toplumsal hem de kurumsal ilişki ve iletişimlerimizde tam aksi yönde özne olmayı göze alamadığımız için her şeyin arkasında bir yabancı parmağı arıyor; yaşadığımız felaketleri başkalarının entrikalarına bağlayarak sorumluluktan kurtulmaya çalışıyoruz.
Daha önceki tespitlerimden anımsayacaksınız;
Dünya nüfusunun %27’sini oluşturan koca İslam coğrafyası; bugün toplamda bir Almanya kadar ekonomi, bir Japonya kadar bilim, bir İsviçre kadar inovasyon üretemiyor ve dünya katma değerinin sadece %7’sine katkı sunabiliyor. Buna karşılık resmi veriler her gün öldürülen ortalama bin Müslümanın %90’ının, yine dindaşları tarafından öldürüldüğünü benliğimize çarpıyor.
Bakın halimize!
Yetmiş iki milleti bütün farklılıklarına rağmen bir arada huzur içinde yaşatmayı başarabilen; bu başarıyı inançsal köklerine borçlu olduğunun farkındalığını yaşamına ve imanına şahit kılan ceddimize rağmen; bugün aynı inanca mensup olmamıza ve aynı ruh köklerinden beslenmemize rağmen farklılıklarımızı yönetmede dahi apaçık bir başarısızlık içindeyiz.
Ruh köklerine fısıldanan değerler ve özünü vahiyle besleyen idrak; dün, devletin işini yaparken devletin parasıyla alınan kandili devlet işinde kullanan, kendi işini yaparken kendi kandilini kullanan bir hassasiyet üretebilmişken; bugün kabul edip görmek istemesek de hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, kamu üzerinden zenginleşmek gibi marazlar rutin hastalıklarımız haline geldi.
“Komşusu açken tok yatmayan ve ihtiyacından fazlasını vermeye dayalı bir zenginlik anlayışı geliştirebilen” anlayışa rağmen, bugün nerdeyse tüm İslam Coğrafyası dünya üzerinde gelir dağılımının “en bozuk olduğu” coğrafya halini aldı.
Üniversitelerimiz bilim üretemez halde, okullarımız nitelik değil nicelik esasına göre sınav odaklı bir eğitime kodlanmış durumda sadece umut bezirganlığı yapıyor; cemaatlerimiz insan yetiştiremiyor, binlerce yıllık birikimle beslenen kültürümüz entelektüel çıkaramıyor, siyasetimiz devlet adamı yetiştiremiyor. Ahlaki suçlar, intihar, boşanma ve uyuşturucu kullanma oranları, baş döndürücü bir hızla artıyor.
İslam dünyası kendi ruh köklerinden ve manevi dinamiklerinden beslenerek düzgün bir vicdani eğitim veremediği için yüz binlerce insanı hapishanelerde tutarak güvenlik sağlamaya çalışıyor. İran ve Türkiye gibi ülkelerdeki mahkûm sayısı İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin üç-beş katına çıkmış durumda. Irak ve Suriye gibi ülkelerde ise insanlar hapsedilmeye bile gerek duyulmadan, doğrudan infaz edilerek yaşam hakları ellerinden alınıyor.
Bakın mesela Ortadoğu Coğrafyasına!
Kaçan da Allah diyor, kovalayan da…
Sayısını sayfalarca artırabileceğimiz bu ve benzeri sebepler nedeniyle de ortaya çıkıp göğsümüzü gere gere “Huzur İslam’da” diyebilir misiniz?
Yani aslında işin özünde İslam iddiasındaki Müslüman dünyanın, çağa şekil vermek yerine çağın şeklini alarak adeta gönüllü olarak “özne” olmaktan vazgeçmesi; içtihadın kapısına kilit vurması, eleştirel düşünmeyi terk etmesi; sorgulamayı ve itiraz etmeyi unutması, bilim, kültür ve sanat üretmeyi durdurması; adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışına son vermesi İslam iddiasındaki bizlere, oldukça pahalıya patlamış görünüyor.
Bu tablo da haklı olarak; İslam dünyasının bugün, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yeni bir düşünsel devrime, görkemli bir tefekkür patlamasına ve köklü bir zihinsel dönüşüme ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.
Çünkü bir değerler bütünü olarak baktığımızda kelimenin tam anlamıyla “dünyayı tüm mahlukat için cennete dönüştürme projesi” olan İslam; bugün sanıldığı ve yazık ki yaşandığı gibi vicdanlara, saray yavrusu evlerde yünlü seccadelere, kutsallık gömleği giydirilen kutsal gün ve gecelere hapsedilmek için değil; statükoya karşı çıkmak, dünyayı değiştirmek, hayata rengini vermek, hatta hayatı yeniden inşa ve ihya etmek için gelmişti.
Zira İlahi hitabın bir öksüz ve yetimin tertemiz vicdanından insanlığa haykırdığı diriltici ve özgürlükçü mesaj; kendi öz evladını diri diri toprağa gömebilecek kadar insanlıktan nasipsiz; bilim, düşünce ve yaratıcılık açısından alabildiğine geri olan bir coğrafyada tam bir entelektüel devrime yol açmış; İslam ile şereflenenlerin sadece imanını, ruhunu ve vicdanını değil; aynı zamanda aklını, zihnini ve entelektüel kapasitesini de harekete geçirmişti.
Fakat bugün üstat Cemil Meriç’in ifadesiyle “bu aslan medeniyeti, bir tilki uygarlığına yenik düştü” ve biz çağa şekil vermemiz gerekirken varlık imtihanını kaybederek çağın şeklini aldık ki İran’lı düşünür Shayagan bu durumu “Selimiye’yi yapıp onun gölgesinde uykuya daldık” tespitiyle çok güzel açıklıyor.
Bu yüzdendir ki bugün insan kalabilmenin yol haritasını benliklere fısıldayarak Müslüman olabilmenin görevlerini ısrarla haykıran İlahi hitap; artık aklımızı ve entelektüel kapasitemizi harekete geçirmiyor, sadece duygularımızı ateşliyor.
Zira, farkında olarak veya olmayarak gerek bu yaşam biçimine gerek bu ilahi çağrıya ve gerekse de çağlar ötesinden gelen birikime tuttuğumuz yanlış aynalar ve İslam düşüncesi üzerinde yapılan “kasıtlı” operasyonlar yüzünden entelektüel kapasitemiz ve zihni melekelerimiz bugün altüst olmuş durumda.
Tüm bunların farkında mıyız?
Bence hayır!
Zira bu makus gidişatı durdurmak ve tersine çevirmek bir yana, henüz durumu doğru ve objektif bir şekilde tespitten bile uzağız.
Evet, özellikle Z kuşağı olarak tabir ettiğimiz genç dimağlarımızda müthiş bir enerji, “maşallah” dedirten bir ufuk, olağanüstü bir basiret var; ancak bu enerji, doğru mecralara akıtılamadığı için içten içe çürüyor ve çürütüyor.
İnsanlığın kanayan yaralarını pansuman etmek için yola çıkanların kahır ekseriyeti ise, doğrularda kalabalıklaşmak yerine bir süre sonra emanet olarak teslim edilen imkanlara ait sınanmayı kaybedip, varlık imtihanını veremiyorlar.
Peki nerde kaybettik?
Bilginin gücüne ulaşan muktedirler; bu yüzyılda bütün ayıplarını ve günahlarını kendi elleriyle görünür hale getirseler de (daha önceki yazılarımda değindiğim gibi) geçen yüzyıl boyunca ellerindeki bütün imkanları seferber ederek dünyadaki her iyi şeyin Batı’dan zuhur ettiğine herkesi inandırıp batılılaşmayı ve onların kültürünü içselleştirmeyi bir hedef olarak belirledi.
Biz ise o hedefe koşarken bize ait olanları geride bıraktığımız için, büyük bir hızla azaldık. Azaldık çünkü, bütün sermayesini hayata yatıran bir gaflete kilitlendik, bütün kazancı doyumsuzluk olan bir döngüye kapıldık ve en acısı da aklımızdan, izanımızdan, insafımızdan soyunduk. Açlığa doymayan, tokluğu olmayan, durmayı bilmeyen insanlar olduk.
Tabi bu terazinin bir kefesi. Bir de diğer kefesi var.
Zira hep andığım gibi tarla nemli olmadan tohum yeşermez.
Ne var o diğer kefede?
Malumunuzdur; insan denen varlığın bir dış, bir de iç sesi var ve dışardaki ses haddini her aştığında, iç sesi haddini hatırlatıp onu frenler ki kadim öğretiler o iç sese “vicdan” diyor!
Ancak bugün olduğu gibi dış sesin gürültüsünün iç sesi duyulmaz hale getirecek kadar yükseldiği yerde; insan kendinden, içinden ve dahi iç sesi olan vicdanından haber alamaz artık.
Öyle ya tam da bu noktada sormak lazım;
Bugünkü modern(!) insanın, bastırılması en zor ses olan vicdanının sesini bir şekilde bastırıyor veya duymuyor olması, dışardaki sesin çok yüksek olmasından kaynaklı değil mi?
Vahşetin, zulmün, ihanetin kol gezdiği; fakat hiç kimsenin kötülüğün zerresini bile kendine yakıştırmadığı bir zamanda mahşeri bir suç üstünden korkmayan insanların oluştuğu bir toplumda yaşıyor olmamızın sebebi bu olamaz mı?
Günler boyunca dünyanın en güzel, en anlamlı kelimeleriyle oynadığımız halde, güzelliklerden azıcık da olsa bir nasip alamadan ya da anlamlardan ufacık da olsa bir kazanç elde edemeden yaşayıp gidiyorsak; bir insan ve dahi toplum için bundan daha büyük aldanış olabilir mi?
Sizde de zaman zaman sanki birileri bizi bize ait olmayan bir hayatın ortasına kopyalayıp yapıştırmış gibi gelmiyor mu?
Geçmişe nazaran özellikle de çağın modern(!) insanı; her şeyi biliyor, bilgiye çok çabuk ulaşıyor olmasına rağmen en çok da içindeki uçsuz bucaksız dünyanın yabancısı değil mi bugün?
Evet evet!
Cebimizde bizi tanıtan kimlik sayısı, belki insanlık tarihi boyunca bu kadar çok olmamış; insan denen varlık, eder ve değerini etiket ve ünvanların arkasına bu kadar saklamamıştı ama emin olun ki hiçbir devirde kendine de bu kadar yabancılaşmamıştı.
Peki bu iç karartan tablo karşısında çözüm ne?
Kolları sıvamak yerine, hararetin sürekliliğine yatırım yaparak defolarımızı görünmez kılmayı tercih etsek de sıkıntılara çare olacak fikirleri üretmek için, bizim sahip olduklarımızdan daha fazlasına sahip olmanın gerektiği aşikâr ve kötülüğün durmadan siyahını kararttığı bir zamanda iyiliğin yerinde sayması altından kalkılamayacak bir vebaldir üstümüzde.
Çünkü biz sağlam bir zeminde doğruyu inşa etmez ve kalbimizdeki doğruda sabit olamazsak, yanlış kendini yeniden üretiyor ve bir başka kılıkla yeniden karşımıza dikiliyor.
İşte bu sebeple olsa gerek farkındayım!
Hassas ve farkındalık nasip olmuş ruhlar için koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adaletin inşa olduğu bir yudum huzur arayışı içindeki koşturma, zemheri karanlıkların saçlarını ören umut kokulu dualar da olmasa; insan, cehennem ötesi bir yalnızlığa sürükleniyor. Zira zamanlama mı yanlış, kaderinin kaderiyle kesiştiği insan müsveddelerine yüklediğin anlam mı bilemeden avucunda kalan ve ruhuna batan can kırıklıkları ile ölüme aldığı her nefesle bir adım daha yaklaşıyor insan. Üstelik başta kendini olmak üzere, her şeyini erteleyerek.
Kelimelerin birer ateş topuna dönüşerek etrafı bu kadar yakıp yıkmasının başka izahı var mı sizde bilmiyorum; ancak dünyanın vicdan yükünü omuzlamaya çalışan küçük bir azınlık için böylesi bir tablonun “cehennem azabı” olduğunu, yaşayan biri olarak çok iyi biliyorum.
Ez cümle; madem ki bugün “hükümsüz” hale getirilen kayıp kimliğimizin peşinde “kendimizi” arıyoruz;
İnsanlık tarihi boyunca insanlığın yolunu açan başta peygamberler olmak üzere tüm münzevi yıldızların yaptığı gibi; tarih, toplum, coğrafya, inanç ve kültür karşısında özne olduğumuzun farkına varıp yeniden sorumluluk alıp insanlık sahnesine çıkmak, küllerimizden yeniden doğmak; insan adına, hayat adına, adalet ve özgürlük adına; ahlak ve onur adına, bilim ve sanat adına konuşmak, tartışmak, inisiyatif almak zorundayız. Bunun başka yolu yok!
Bu yüzden siz de farkında olunuz ki;
Biz, ömrünün boşa geçirilmiş her gününü kalbinde kaza eden; nefsinin karalamalarını bir araya toplayıp kalbinde temize çeken; kokusuyla aleme ferahlık verecek bir damlacık gülyağı için, ömrünün bütün gülistanlarını bağışlayacak teslimiyete sahip bir ecdadın torunlarıyız.
Sırf bu yüzden olsa bile, bugün fark etmemiz gereken en önemli hakikat; her birimizin gücü ve nasibince bir boşluğu doldurması, bir yarayı iyileştirmesi, akan bir yaşı silmesi, ağlayan bir yüreği gülümsetmesi mecburiyetidir. Biz bunu yapabilirsek zaten karanlığın siyahı kaybolacak, zalimin akıbeti kendi zulmünde boğulmak olacak ve en önemlisi kaybettiğimiz asli kimliğimize yeniden kavuşacağız.
Unutmayalım ne olur; neye yönelmişsek, onun gölgesi düşer yüzümüze.
Farkındalık temennisiyle!