Toplum olarak öyle bir hal aldık ki hemen her ferdimize hızla bulaşan bir ‘idrak yolları enfeksiyonu’ ile ufacık bir yanlışı eleştireni “hain”, bir tehlikeyi dillendireni “fetbaz”, kendimiz gibi düşünmeyeni veya bizim doğrularımızla hareket etmeyeni “işe yaramaz” addederek ötekileştiriyoruz. ‘Öteki’nin iyiliğini, kurtuluşunu bize benzemesi şartına bağlayarak üstelik.
Hepimiz değilse bile toplumun azımsanmayacak kadar büyük bir kesimi sorunları başkası üretiyor biz de o sorunların mağduruymuşuz gibi düşünüyor ve ona göre hareket ediyoruz.
Bu yüzden de eleştiriyoruz. Hem de her şeyi.
Sanki zihnimiz devamlı “şikayet” üzerine programlanmış. Konuştuklarımızın tamamına yakını bu “eleştiri” kültürü üzerine bina edilmiş durumda artık. Zannediyoruz ki bizim doğrumuzdan başka bir doğru yok, bizim gördüğümüzden başka görmeye değer bir şey yok, bizim anladığımızdan başka anlaşılacak bir hakikat yok, bizim sevdiğimizden başka sevilmeyi hak edecek bir güzel yok, bizim sözümüzün ötesinde söylenebilecek bir söz yok, bilgimizin üstünde bilgi yok, yolumuzdan gayrı yol yok, derdimizden başka dert yok.
Biz en iyi, en doğru, en güzeliz. ‘Öteki’ler de hatalı, kusurlu,günahkâr,bilinçsiz, ahlâksız, cahil. Az buçuk görüp çok buçuk hükümler verdiğimiz için de herkes bir başkasının sağırı, kendisine benzemeyenin körü.
Ahlaki değerlerimiz yozlaştıkça ve bizi biz yapan manevi dinamiklerimizden uzaklaştıkça karşılıklı sevgi ve güven kavramlarımız derin yaralar aldı ve bu yüzden artık ilk yaptığımız şey niyet okuyuculuğu.
Fiili değil faili merkeze alan bakışlarımıza sadece duyduklarımızı tercüman kılarak; ilkeler yerine ilişkileri önemseyerek, ne söylediğimizden ziyade neden söylediğimiz ve en önemlisi de hangi tarafa söylediğimiz odak noktası haline geldi. “Duygu”su bizi tatmin ettiği için “bilgi”sini sorgulamıyoruz bile.
Kendimizle yüzleşmeyi; içimize hicret etmeyi; orayı “kalpleriniz benim mekanımdır” diyen padişahın hatırına da olsa kirden, pastan, öfkeden ve nefretten temizlemeyi sürekli ötelediğimiz için liyakat hassasiyetimizi rafa kaldırıp sadakat beklentimizi ön plana çıkararak kariyer planlamalarımızı bile dalkavukluk üzerine bina etmeye başladık artık. Bu yüzden de kurduğumuz duygusal, sosyo-ekonomik, ideolojik veya kimliksel ilişkilerimizden bağımsız bir şekilde doğruya doğru eğriye eğri diyemez hale geldik.
“Benden olan, benim gibi düşünen, istediğim gibi davranan kötü olsa bile iyidir; benden olmayan, benim gibi düşünmeyen, istediğim gibi davranmayan iyi olsa bile kötüdür” anlayışı üzerine bina ettiğimiz fikir dünyamız; bizden olan kötüleri bile bizden uzaklaştırırken, bizden olmayanları da bize iyice düşman edip hasım haline getirdi.
Kısacası manayı ve hikmeti aramak yerine imajlarla yetinen, hipnotik sözcüklerle duygulanıp sloganik cümlelerle düşünen bir toplum haline geldik.
Öyle ki en ünlü akademisyenimiz hatta gün boyu tvlerde boy gösteren siyasilerimiz, bürokratlarımız dahi konuşmalarını 100-200 kelimelik bir algı sahasına sıkıştırmış durumda.
Daha önceki makalelerimden anımsayacaksınız.
Uluslararası Öğrenci Değerlendirme ölçütlerinde 2015 yılı verilerinde çocuklarımız “kendi dilinde okuduğunu anlamada” 72 ülke arasında yazık ki 50.sırada. Yaşadığımız bu ürkütücü tablo çok değil sadece bir nesil sonra “konuşan ama anlaşamayan” bir toplum haline geleceğimizi aslında açıkça gözler önüne seriyor. Geleceğimiz adına tehlike sinyalleri veren bu tabloyu bile umursayan kaç kişi var emin değilim artık.
Peki neden bu haldeyiz?
Doğuylabatının, zenginle fakirin, sağcıyla solcunun, kadınla erkeğin, yaşlıyla gencin, o şehirle bu şehrin, o partiye oy verenle bu partiye oy verenin, o takımı tutanla bu takımı tutanın, dini öyle anlayanla böyle yorumlayanın, o yazarı sevenle bu şairi sevenin, yürüyenle koşanın, oturanla ayakta duranın, kıyam edenle secde edenin seyrine dalıp içimizi acıtan bu tespitlerin aynasından baktığımızda suretimize gülümseyen bir kavram çıkıyor karşımıza; “taraftarlık”.
Anlamını yitirdiğimiz ve sinirlerini aldığımız, olması gereken ancak “taraf olma” hastalığımız nedeniyle ertelediğimiz “eleştiri” kavramına olan arz etmeye çalıştığım bu bakış açımız her birimizi fanatik bir “taraftar” haline getiriyor çünkü.
Öyle olmasa kendimizi aynı coğrafyada yaşadığımız, aynı ortak paydalar etrafında buluştuğumuz, aynı acılarla hemdem olduğumuz, aynı sevinçle sürura erdiğimiz; hatta ezici bir çoğunlukla aynı Rabbe iman ettiğimiz, aynı kıbleye döndüğümüz, aynı manevi mirasa sahip olduğumuz halde “öteki” bellediklerimizin aynasında aklamaya çalışır mıydık?Bugün aynı cemaate, tarikata, fikriyata sahip olmayanların camileri bile farklı artık farkında mısınız?
Veya haklı haksız, doğru-yanlış söylemler eşliğinde “hak,hukuk,adalet,vicdan” gibi kriterlerden ziyade “biz-siz” eksenli yürüttüğümüz sözüm ona “haklılık” mücadelemizde her farklılığın birer nimet ve aynı zamanda birer ayet olduğunu, Yaratanın dahi yarattığına sınırsız düşünme ve akletme yeteneği bahşettiğini, insanların bizim istediğimiz, algıladığımız gibi düşünmesini, davranmasını istememizin dahiYaratana karşı bir başkaldırı, yarattığına karşı bir küstahlık olduğunu atlar mıydık?
Şapkamızı önümüze alıp eğri oturup doğru konuşalım; “emrolunduğun gibi dosdoğru” ol ilahi hükmünün hakkını vererek.
Sağ- sol, Türk –Kürt, dindar-laik; hatta bin küsuryıllık Alevi –Sünni,Ehl-iSünnet –Şiasürtüşmesinintemelnedeni de; toplumdaki bütünzıtlaşmaların,inatlaşmaların,kavgaların,düşmanlıkların;kan, kin venefretolaylarınınarkasındayatantekkavram “taraftarlık” değil misizce de?
Kim ne dersedesin…
FanatikbirFenerli, Galatasaraylıya da Beşiktaşlı’nınderdinasılki “iyifutbol” “iyioyun” dahadoğrusu “spor” değilseaksinetekdertlerisadece ne pahasınaolursaolsun “kazanmak”, “haklıçıkmak” ve “üstüngelmek” isebütünsiyasi, ideolojik, dinsel, mezhepselveetnikgerginliklerinaltında da bukavramyatmaktadır.
Oysakihangi din, inançveırktanolursaolsunfanatikolanın “şefkat, merhamet, nezaketveadalet” duygusuolmaz, olamaz!Çünküfanatiğintekderdi “her ne pahasınaolursaolsunkazanmak, üstüngelmektir”.
Tarihsahnesindekiler de dahiltümolanbitenlergösteriyorkidinsel, mezhepsel, ırksalvesiyasaletiketlerimizdenkurtulup “düzinsan” olmayaçalışmadıkça; aynıgemideolduğumuzunfarkınavarıpkenetlenmedikçe, birbirimiziyiyipbitirdiğimizbuanlamsızvemantıksızzıtlaşmalardan, kavgalardan, düşmanlıklardan; kan, kin venefretortamındankurtulmamızmümkündeğildir!
ZirabuzihniyetİslâmTarihi’ninbağrındakanayanbiryaraolarakduranKerbela’daYezitleşerekzirveyeçıkmışvesırf”bizdendeğiller, bizimgibidüşünmüyorlar!”diyePeygamberneslininkökünükurutmakistemişveFıratveDicle’ninsuyundanyılanlar, çıyanlar, sırtlanlar kana kanasuiçerkenPeygambertorunlarındanbirdamlası bile esirgenmiş, günlerceaçvesusuzbırakılarakölümeterkedilmişler; sonunda da dağgibiyığılmışcesetlerarasındabulamadıklarıbebekHz.ZeynelabidinhariçEhl-ibeyt’inbütünerkeklerinikılıçtangeçirmişlerdir!
Dikkatiniziçekerim!
Bu kadarzalimleşenYezittaraftarları da Müslümandı, Hz. Hüseyintaraftarları da! AmabirtaraftazalimlerdiğertaraftaiseAlemlererahmetolanınmasumlarıvardı.
YinemalumHaricilerçoktakva(!) çokmuhlis(!) Müslümanlardısabahlarakadarnamazkılarneredeyse her günoruçtutarlardı. Kâfiroluruzdiyehiçgünahişlemezlerdi.Alınlarındakisecdenasırı 5 – 6 metreden belli olurduamasırf”bizdendeğil, bizimcemaatimizdendeğil, bizimgibidüşünmüyor, siyasetenbizidesteklemiyor”diye Hz Peygamber’in(s.a.v)in “Yetkimolsayerimevekilbırakırım” diyecekkadargüvendiği Hz. Ali(r.a)’yisevmiyorlarveO’na”Kâfir”diyorlardıkibuanlayışKufeCamii’nde Hz Ali(ra)’ninbizzatbudüşüncedekiinsanlarcaşehitedilmesindengünümüzekadarhırsınzehirlioklarıylasüregelmiştir.
Evet…Allah, İslam dininibiziminsankalmamıziçingönderdiama biz bunuböyleanlamadık biz sadecetaraftarlıkolarakanladıkvedinimizi de yazıkkibirtakımgibigördük! Hıristiyan, Yahudiya da ateistolmayıncaMüslümanolunuyorzannettik; dinimizi, düşüncemizi, fikriyatımızıinanmayanlarakarşıbirrekabetaracıolarakgördük!
Kelimenin tam anlamıylaMüslümanlıkfutboltaraftarlığındanfarksız hale geldivebütünderdimizkazanmak, yenmek, üstüngelmekoldu! Bu taraftarlıkanlayışıbiziinsanlıktanuzaklaştırdıvehak, hukuk, adaletgibibirderdimiz de, niyetimizde kalmadı!
Allah “İnanmayanlarsizinrakibinizdeğil, onlarsizinkazanmanızgerekenler!”dediama biz “yok canım ne münasebet” dedikvebizdenolmayan, bizimgibidüşünmeyen; partimize, cemaatimize, derneğimize, vakfımızagelmeyene, yangözlebakana, şüpheileyaklaşanadüşmanolduk!
Çünkübuöylesinebirhastalıktıkirakipbulamayıncayenmekiçinbukezkendiiçimizderakiparadık! Bugünkümezheplere, gruplara, partilerebölünmemizin, bukadarayrışmamızınveyenişmeyebaşlamamızınsebebinibaşkatürlüizahedemiyorbeynim!
Bununencanlıörnekleriakletmekisteyenleriçintarihintozluraflarında.AçınbakınEndülüsEmeviDevleti’nin son dönemlerinevegünümüzegetirin.Figüranların, senaryoların, şeytanarahmetokutansiyonistzekanınaynısıylakarşılacakveakıltutulmasıyaşayacaksınız !
Bugünkütablodüşüncenindeğil, duygudaşlığıneseridir.
Peki bu taraftarlık neye mal oluyor?
“İnancın közüne davranışlarla üflenmediği” için kötülüğe ‘hizmet’in onursuz köprüsü kuruluyor. Köprünün altından riyakârlık, sinsilik, fırsatçılık kokuyor. Ne istediğini bilmeden ardına durulan safların, kimin yanında olduğunu bilmeden yürünen yolların ve en önemlisi de “ayrışmayın, birleşin” ilahi hükmüne rağmen parçalanmanın bedeli olarak da Rabbin şefkat tokatlarıyla zangır zangır titriyoruz.
Ekseriyetle kudreti aradığımız; dillerimizde “adalet, hakikat, merhamet” gibi ulvi söylemler olsa dahi güce ve güçlüye olan meylimiz; bazen güçlü olduğu için sevdiklerimiz, bazen de sevdiklerimizi ısrarla her konuda güçlü ve yenilmez görmek istememiz nedeniylezorbalıkta adalet, zulümde hak arıyor; şehitlerinin başlarını vererek kaldırdıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeye çalışan, küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanların değirmenine su taşıyoruz.
Bakın halimize…
Ülkemiz gibi mümbit bir coğrafya nerde var veya üzerinde yazık ki tepindiğimiz manevi mirasa sahip kaç ülke mevcut dünyada?
Elimizdeki nimetlerin farkında olmadığımız, su kenarında susuzluktan kıvrandığımız yani varlığın içinde yokluk yaşadığımız için de tarih tekerrür ediyor ve üst üste gelen badirelerle sadece zihnimiz ve kalbimiz değil;hayalimiz, umudumuz, ufkumuz da yoruldu artık.
Peki ne yapmalıyız? Nedir çıkış yolumuz?
“Çığırından çıkmış zamanları düzeltmek boynumuz borcudur” diyerek bir bir toprağa düşen mübarek başların, hakkı ve adaleti diriltmek için yaşayan yiğitlerin ölüme koştuğu; büyük hakikatler uğruna serden geçenlerin, yürek yükü iman olan şehitlerin vuruştuğu; duruşuyla asil, mücadelesiyle onurlu; vatan ve namus uğruna ölümü izzet, zalimlerle yaşamayı zillet sayanların yurdunda yaşadığımızı unutmadan; biraz nefes alarak, bir parça tebessümle kaynaşarak, bir tutam umutla yeniden doğarak, bir lahza sakinleşip birbirimizi anlayarak ve en önemlisi “biz” olduğumuzun farkına vararak yeniden bir dirilişe ihtiyacımız var artık.
İnsan kendi kusurunu, kabahatini, yanlışını bizzat görmez; sorumluluk üstlenmez ve bu uğurda bedel ödemeyi göze almazsa bunu başkasına teklif edebilir mi?
İşte bu yüzden; “birlik rahmettir”muştusunun devamı için her birimiz; “ben bir başıma ne yapabilirim ki?” umursamazlığından; “doğrularda kalabalıklaşmak” şuur ve mesuliyetine erişmek borcundayız.
Azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden, hesabî değil hasbî bir gönülle ama. Çünkü “biz” kavramı “ben olmazsam kimse bişey yapamaz” kibriyle yol yürüyenlerden ziyade, “vatan sevgisi imandandır” idrakiyle yol olabilenlerin omuzlarında yükselecek.
Meselenin kalbini yakalayabilmek adına Nebevi ahlâka varisler olarak, unutmayalım ki; biz zaferden değil seferden sorumluyuz. Menzile varıp varamadığımız değil , bu yolda yürürken Rabbi ve O’nun emaneti olan insanı ne kadar razı edebildiğimiz asıl sancımız olmalıdır.
Müebbet muhabbetle…