Aklın alamayacağı bir cehennem ortamının görüntülerini izliyoruz dokuz yıldır. Kardeşin kardeşe kırdırıldığı bir ortamda “işlenmiş belleklerimizle” medeniyet havzalarının kör şiddete teslim edildiği, yığınlarca aktör ve faktörün birbirine geçtiği bir sürece üzülüyor, kanıyor,acıyor ama yıllara yayılan “tarihin en uzun cenaze töreni”nde film kareleri gözümüzden kaybolduğu anda gömülüyoruz kendi koltuklarımıza. Sokağa çıkan herkesin vurulduğu, yerlerin kana bulandığı, cenazelerin elden ele taşındığı, geride kalanların hayatlarını riske atarak sokaklardan ceset topladığı tarifi zor bu cehennemde, keskin nişancılara hedef olmadan sokak ortasında yatan cesetleri urgan veya telle içeri çekmeye çalıştıkları sahneler bir kâbustan fırlamış gibi adeta bu cenaze töreninde.
Baştan başa ceset kokan, yüreklerin yangın evine döndüğü, sürgün yemiş evlatların parçalanmış cesetleriyle tüm yaşamları iki fotoğraf karesine mahkum edilen annelerin feryatlarının arşı yırttığı, merhametin beşiklerde yakıldığı; işgalin ve yağmanın girdabında; garbın aç kurtlarına şarkın yusuflarını kurban eden; mazlumun ahının, zalimin günahının resmedildiği;kalburcuların her karışını zulüm tarlasına çevirdiği; bölgenin üstü kapanmış yaralarının hunharca açıldığı, atılan her adımın nefret figürüne dönüştüğü, gerçeklerle birlikte toplumsal dokunun da katledildiği; katilin hakim, maktulun mahkum olduğu; insanlığın göz yumduğu, kulak tıkadığı, adalet ve merhametin parçalandığı, “sözcüklerin hâlâ bir anlamı var mı?” dedirten bir cenaze töreni bu.
Hemen yanıbaşımızda kılınan; okunan her satırda, izlenen her videoda, ortaya konan her röportajda; nerdeyse iki milyarlık İslam Âlemi’nin seyirci kaldığı; şahit olan her bir vicdanın, gören her bir gözün, işiten her bir kulağın mutlak sorumlu olacağı ve hesabını vereceğine inandığım bu cenaze töreninin puslu havasında canımız yandı 34 şehidimizle birlikte ve bu acıyı bu kez kendi içimizde hissettik tam 9 yıldır sürmesine rağmen.
Ancak süreci doğru okuyamadığımız kanaatindeyim.
Bir hiç uğruna, geçmişte yaşanan kargaşa, ölüm ve acıların intikamının alınması adına ortaya atılan fitne ve fesat tohumlarına çanak tutarak; her karışının barut koktuğu, hemen her evin mutlak kanadığı, ağıtların arşa ulaştığı kadim bir coğrafyada çamurdan yaratılmışın esfeliyet çukurunda nasıl debelendiğinin en bariz örneğidir bugünkü Suriye Coğrafyası.
Suriye İnsan Hakları Gözlem Evi’nin 2018 verilerine göre,Mart 2018 itibariyle 106 bini sivil 353 bin 900 kişinin ölümünü belgelenmiş ama bu sayılara kaybolan ve öldüğü sanılan 56 bin 900 kişi dahil olmadığı gibi; kuruluş 100 bin kişinin ölümünün belgelenmediğini tahmin ediyor.
Gayem sizi rakamlara boğmak değil. Şu an bizim içimizi ateş gibi yakan dramın ötelerdeki ahvalini resmetmeye çalıştım öncelikle.
Zira gölgesi toprağa düşmeyen derin bir boşluk var her birimizin içinde. Artıkzulmün, katliamın, şiddetin ne dini, ne ırkı, ne dili var. Ne kadınlara şiddetten, zulümden uzak bir hayat sunulabiliyor; ne çocuklar masumiyetlerine doyabiliyor; ne de erkekler adamlıklarının karşılığını bulabiliyor.Öyle bir tabloya şahitlik yapıyoruz ki; aklımızın süzgecinden geçenler kalbimize varmıyor; kalbimizin süzgecinden geçenler aklımıza sığmıyor. Çünkü kalbimize yön vermesi gereken aklımız başka söylüyor; aklımıza uyması gereken kalbimiz başka atıyor.
Bu derin boşlukta göremiyoruz ama doğrudan olmasa da dolaylı bir savaşla karşı karşıyayız. Bu savaş İslâm’a ve tabi ki müslümanlara karşı.Böylelikle hem hedef saptırıyor, hem de hedeflerine daha kolay ulaşma imkânına kavuşuyorlar. Adına ayartıcı bir şekilde “terörizmle savaş” diyorlar bu postmodern savaşın.Ama terörizmle değil müslümanlarla savaşıyorlar. Hayır hayır savaşmayıp ektikleri fitne tohumları ile müslümanları birbirlerine karşı savaştırıyorlar. Önce terör örgütlerini kendileri icat ediyor, bu örgütleri ayartıcı bir şekilde vahşice kullanıyor; sonra da İslâm’ı canavarlıkla özdeşleştiriyor, bütün İslâmî oluşumları, cemaatleri, hareketleri ve müslümanların yaşadığı ülkeleri terörize ediyor ve vuruyorlar teker teker…
Peki nasıl bu hale geldi?
Özellikle üçüncü ve dördüncü endüstri devrimleriyle birlikte, “teknoloji” küreselleşti ve sınırları ortadan kaldırmayı başardı.Bu başarı; ekonominin de kültürün de ülkesizleşmesini sağladı ve zihinler ilk nefes aldığı toprakların dokusuyla ve ruhuyla varoluşsal bağlarını yitirerek küresel sistemin, güç odaklarının çıkarlarını koruyacak, pekiştirecek kadar ilkesizleşti.Ülkesizleşme ve ilkesizleşme yalnızca ekonomi ve kültürle mi sınırlı kaldı; hayır tabi ki! Aynı hızla zihnî bir ülkesizleşme, ilkesizleşme, yersizleşme ve yurtsuzlaşma da yaşandı.
Zihnin ülkesizleşmesi; kültürü ve değerlerinden kopuk bir neslin türemesi; varlık nedenini, yerini terketmesi, iddialarını yitirmesi; ilkesizliğin, dilsizleşmenin, yersiz-yurtsuzlaşmanın, yön ve yörünge yitiminin hayat bulmasıyla sonuçlandı.Yani bu topraklarda yaptığımız tarihle ve yeşerttiğimiz medeniyetle de zihnî, ruhî irtibatını tastamam koparmış olan; beraberinde zihnî felçleşmeyi ve rûhî körleşmeyi de yaşayan bir toplum çıktı ortaya.
Göremiyoruz belki ama, “küreselleşmenin mimarı güçler”, Ortadoğu’ya sadece petrol ve doğal gaz yataklarını kontrol etmek için değil; küresel sisteme boyun eğmemekte direnen İslâm’ı dönüştürmek, müslüman toplumların direniş ve diriliş ruhunu yok etmek için var güçleriyle çöreklenmiş durumdalar.İnsana, tabiata, dünyaya saldıran batı uygarlığının yaşadığı ontolojik felâket; işte bu sayede Ortadoğu’da kök saldı. Bu yüzdendir ki; bugün koca İslam coğrafyası yüzde yetmişbeşi aşan 35 yaş ve altı genç nüfusuna rağmen toplamda bir Almanya kadar ekonomi, bir Japonya kadar bilim, bir İsviçre kadar inovasyon üretemediği gibi dünya nüfusunun %27’sini oluşturmasına rağmen mevcut katma değerin sadece %7’si üretebiliyor.
Yaşadığımız başdöndürücü küreselleşme sürecinde; sorumluluktan kaçıp “özne” olmaktan vazgeçmemiz; içtihadın kapısına kilit vurmamız; eleştirel düşünmeyi terk etmemiz; sorgulamayı ve itiraz etmeyi unutmamız; bilim, kültür ve sanat üretmeyi durdurmamız; adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışına son vermemizin sonucu olan bu tablo; tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yeni bir düşünsel devrime, görkemli bir tefekkür patlamasına ve köklü bir zihinsel dönüşüme ihtiyaç duyduğumuza işaret ediyor.
Zira bugün; yüzlerce yıl süreyle eğitim, bilim, kültür ve sanat adına dünyanın en yaratıcı ve en özgür bölgesi olan; en güzel şehirleri kuran, en fazla bilim üreten; fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi ve optikte çığır açan, keşif ve icatlar yapan bir mirasın sahipleri olarak üstad Cemil Meriç’in ifadesiyle “aslan medeniyeti iken, tilki uygarlığına yenik düşmüş” durumdayız.
Sahip olduğumuz manevi dinamikler artık aklımızı ve entellektüel kapasitemizi harekete geçirmiyor, sadece duygularımızı ateşliyor. Bu dinamiklere tutulan yanlış odaklı aynalar ve yapılan operasyonlar yüzünden entellektüel kapasitemiz, zihni melekelerimiz altüst olmuş durumda. Daha düne kadar, yetmiş iki milleti bütün farklılıklarıyla bir arada yaşatmayı başarabilmişken, bugün farklılıklarımızı yönetmede bile açık bir başarısızlık içindeyiz.
İşin daha kötüsü ise bu gidişi durdurmak ve tersine çevirmek bir yana; henüz durumu doğru tespitten bile uzağız. Müthiş bir enerji var; ancak, bu enerji doğru mecralara akıtılamadığı için içten içe çürüyor ve yazık ki çürütüyor. Bir şeyler yapmak adına yola çıkanların kahır ekseriyeti ise bu kalabalığın akacağı mecralar oluşturmak yerine işin kolayına kaçıp bu kalabalığın sayısını daha da artırmaya odaklanmış halde.
Onbinlerce kilometre öteden gelip Suriye’ye çöreklenen Amerika’nın, Rusya’nın, İran’ın “Suriye’de ne işi var” diye soramadan “bizim orda ne işimiz var?” diye soranların yukardaki satırları objektif bir zihin ve temiz bir akılla, içine hicret ederek yeniden okumasını rica ediyorum. Çünkü; içinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Tanıyamadığınız bir çağı hem değiştiremezsiniz, hem de değiştirme iddiasında bulunamazsınız.
Farkında değiliz ama “taraftarlık” zihniyeti içinde buluşmamız gereken ortak müştereklerimiz etrafında kenetlenmemiz gerekirken ekseriyetle kudreti aradığımız; dillerimizde “adalet, hakikat, merhamet” gibi ulvi söylemler olsa dahi güce ve güçlüye olan meylimiz; bazen güçlü olduğu için sevdiklerimiz, bazen de sevdiklerimizi ısrarla her konuda güçlü ve yenilmez görmek istememiz nedeniyle, şehitlerinin başlarını vererek kaldırdıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeye çalışan, küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanlarının değirmenine su taşıyoruz.
Mücadeleden elini eteğini çekip kendini kurtarma telaşına düşmüş, aidiyet ve sorumluluklarını unutmuş, her şeyi Allah’a havale etmekle vicdanını avutan, bir kötülük gördüğünde devreye girmesi gereken aklını, vicdanınıörten bir toplumda neyi kim, nasıl düzeltecek?
Bu yangın yerinde “inançlarımızın közüne davranışlarımızla üflemediğimiz” için kötülüğe ‘hizmet’in onursuz köprüsünü kuruyoruz. Ne istediğini bilmeden ardına durulan safların, kimin yanında olduğunu bilmeden yürünen yolların ve en önemlisi de “ayrışmayın, birleşin” ilahi hükmüne rağmen parçalanmanın bedeli olarak da Rabbin şefkat tokatlarıyla zangır zangır titriyoruz.
Bugün görmek istemesek deTürkiye son kale ve dünya üzerindeki mazlumların da aynı zamanda son umudu. Artık görülmeli ve anlaşılmalıdır ki; küresel sistemin terörle, terörizmle savaşmak gibi bir derdi yok. Küresel sistemin tek sorunu var:
“Her şeye rağmen küresel sisteme boyun eğmemekte direnen müslüman toplumları cezalandırmak; daha önemlisi de, müslüman toplumlara direniş ve diriliş ruhu veren İslâm’ı sözüm ona dize getirmek, fosilleştirmek, dönüştürerek ruhunu çalmak, böylelikle protestanlaştırılmış, hayattan uzaklaştırılmış, direniş ve diriliş ruhu yok edilmiş sahte bir din icat etmek!”
Önce bütün dünyayı fiilen sömürgeleştirdiler; dünyanın bütün coğrafyalarını işgal ettiler, bütün medeniyetlerine, dinlerine saldırdılar. Şimdi de bütün dünyayı medyalar vasıtasıyla zihnen sömürgeleştiriyor ve köleleştiriyorlar. Hedefte İslâm’ın dize getirilmesi var. O yüzden bütün savaşlarını İslâm dünyası üzerinde sürdürüyorlar.ABD’li general Wesley Clark’ın: “DAEŞ’i biz kurduk” demecini anımsayın, ne demek istediğimi daha net anlarsınız.
Başardılar mı? Yazık ki evet!
Bu sancılı süreçte itiraz dini olan İslam itaat dinine dönüştürüldü. Başkaldırı ile doğan İslam kadercilik bağıyla pespaye bir boyun eğişin ideolojisi yapıldı. Zulme ve zalime kıyam unutuldu. Her çeşit hak arayışı fitne etiketiyle damgalandı. Ölümler, sürgünler, cinayetler “ilahi takdir” adı altında aklanıldı. Aklı önceleyen bir din nakil dinine dönüştürüldü. Yoksulu önceleyen din anlayışı zengini öne alır hale geldi. Kadını önceleyen din erkeğin lehine yorumlanarak erkek egemen bir hale getirildi.Tarihsel serencamı okuyan ve bilenler ne demek istediğimi gayet iyi anlayacaktır.Bu yüzden Türkiye’ye yönelik saldırılar tesadüfi değil.
Peki ne yapmalıyız?
Muhtaç olduğumuz hakikate ulaşmanın, bu sürece dur demenin yolu; toplum, coğrafya, inanç ve kültür karşısında özne olduğumuzun farkına varıp yeniden sorumluluk almaktan; birlik, kardeşlik ve bütünleşme ortamını korumak ve pekiştirmekten; farklılıkları kaşımamak, asgarî müştereklerimiz üzerinde yoğunlaşmaktan geçiyor.
Madem ki kurtuluşu geleceğin belirsizliğine ısmarlamak istemiyoruz; ne yapıp edip, bu ülkeyi herkes ve her kesim için güven adası yapmak boynumuzun borcu. Ülke içinde birlik, kardeşlik ve bütünleşme ortamını korumak ve pekiştirmek, farklılıkları kaşımamak, asgarî müştereklerimiz üzerinde yoğunlaşmak zorundayız.
Ceberrut değil güleryüzlü, ötekileştirmeden birleştiren ve kucaklayan, servet ve zenginliği değil emek ve çabayı önceleyen, egemenlerin dudaklarına değil ezilenlerin gözlerine bakılarak adaletin tesis edildiği, baskıcı değil özgürlükçü, cehennem korkusu üzerine değil cennet müjdesi üzerine bina edilen, inandıklarını akıl süzgecinden geçiren, adını ibadet koyduğu ritüellerle değil ahlaki ilkeleriyle tanınan ve tanıtılan, dini bir yaşam biçimi olarak görüp vicdanlara emanet eden, adalet ve barışı herşeyin üstünde tutan gerçek islam anlayışını tesis etmek zorundayız.
Azına çoğuna bakmadan, ileri geri konuşana aldırmadan, iltifat edenin övgüsü ile kınayanın kınaması arasında nefsimizi tahrike yahut kalbimizi tahribe yol açacak bir fark görmeden, hesabî değil hasbî bir gönülle “çığırından çıkmış zamanları düzeltmek boynumuz borcudur” diyerek bir bir toprağa düşen mübarek başların, hakkı ve adaleti diriltmek için yaşayan yiğitlerin ölüme koştuğu; büyük hakikatler uğruna serden geçenlerin, yürek yükü iman olan şehitlerin vuruştuğu; duruşuyla asil, mücadelesiyle onurlu; vatan ve namus uğruna ölümü izzet, zalimlerle yaşamayı zillet sayanların yurdunda yaşadığımızı unutmadan; biraz nefes alarak, bir parça tebessümle kaynaşarak, bir tutam umutla yeniden doğarak, bir lahza sakinleşip birbirimizi anlayarak ve en önemlisi “biz” olduğumuzun farkına vararak yeniden bir dirilişe ihtiyacımız var.
Yani zaman, yeniden yola çıkma; güneşin altındaki yerimizi alma; yeniden kendi küllerimizden doğma; yeniden insan adına, hayat adına, adalet ve özgürlük adına; ahlak ve onur adına; bilim ve sanat adına konuşmak, tartışmak, inisiyatif alma zamanı.Artık zaman, aldığımız her nefesi; toprağın yeniden uyanması, gün ışığının bulutları yarması, yağmurun ansızın boşalması gibi; ne düşüneceğinden çok nasıl düşünüleceği üzerine; peşin kabullenmelerden çok eleştirel düşünme üzerine; ezberlemekten çok keşfetme üzerine, modellerden çok değerler üzerine, tanımlamaktan çok tanıma üzerine, cevap vermekten çok soru sorma üzerine; tüketmekten çok üretme üzerine, benden çok biz üzerine; geçmişten çok gelecek üzerine, nasıldan çok niçin üzerine bina etme zamanı.
Unutulmamalıdır ki; sözün güzelini seçebilmek için öncelikle sözün tamamını fikretmek gerekir. Aksi halde akıl, güzel olanı seçmek yerine nefsin arzusuna kapılarak kolay olanı, hoşa gideni ya da rıza makamından koparak ya nefsine ya da başkalarına şirin görünebilmek için zor da olsa gösterişli bulduğunu tercih edebilir. Ama korkulması gereken asıl nokta hata yapmak değil, hatada ısrar etmektir.
Bu düşünce sarmalı içinde İdlib’te şehadet şerbetini yudumlayan nasipdarlarımıza Rabbim’den rahmet; yaralılarımıza acil şifalar diliyor; kederli ailelerimize ve milletimize sabr-ı cemil niyaz ediyorum.