TEKNOLOJİK ESARETİMİZ
Yaşı kırk ve üzeri okurlarım bilirler çok değil bundan yirmi yıl önce birileri gelip bize insanların bakışlarıyla çeşitli boylardaki ekranlara kilitlendiğini, ekranlarca tutsak alındığını söylese herhalde deli olduklarını düşünür; o ekranlardan uzak kaldığımız nadir zamanlarda adeta krize gireceğimizi, ilk fırsatta kendimizi yeniden ekranlara teslim etmek için sabırsızlanacağımızı söylese onlara asla inanmazdık. Hatta gerçek hayatımızın gittikçe eksilip küçüleceğini, sanal hayatımızın yaşadığımız asıl yer olacağını ifade etseler saçmaladıklarını söylerdik.
Bir çeyrek asır önce inanılmaz bulduğumuz, delilik gibi gördüğümüz, bize saçmalık gibi gelen hali ile o fotoğraf, kabul edelim ki bizim bugünümüzün, bugünkü hayatlarımızın fotoğrafı artık.
Zira televizyon, bilgisayar, tablet ya da telefon adı ne olursa olsun dünya üzerinde her an milyonlarca insan bir ekrana gömülmüş vaziyette yaşıyor ve bunların hepsi en az herhangi bir uyuşturucu madde kadar bağımlılık yapıyor.
‘Bağımlılık’ kavramı hiç kimse için kolaylıkla alıp kabul edilebilecek bir kavram değil biliyorum. Bu yüzden olsa gerek ki hemen her günün hiç azımsanmayacak kadar büyük bir bölümünü herhangi bir ekrana bağlı geçiren insanlar olarak hiçbirimiz kendimize bu kavramı yakıştırmıyor; diğer bütün bağımlılıklar gibi ekran bağımlılığının da dünyadaki marjinal birtakım insanların problemi olduğunu varsayıp geçiyoruz.
Oysa fotoğraf ortada, hiçbirimiz teknolojik oyuncaklarımızdan kafalarımızı kaldıramıyor; evde, alışverişte, yolda yürürken, toplum taşım araçlarında, lokantalarda, okullarda, sıkış tıkış otobüs durağında, hastanede tahlil kuyruğunda, kırmızı ışığın yanmasını beklerken, hatta camide hutbe okunurken ve bulunduğumuz diğer her yerde gözümüzü ekranlara dikiyor, birkaç dakikalık boşlukta hemen cebimizden veya çantamızdan telefonumuzu çıkarıyor, etrafımızdan tamamen kopuyoruz.
Kabul edelim veya etmeyelim hepimizin az ya da çok en genel anlamıyla teknoloji bağımlısı, çoğumuzun ekran bağımlısı, büyük bir kısmımızın da sosyal medya bağımlısı haline geldik. Bugün birçok kimse yeni teknolojik alışkanlıklarından vazgeçmeyi asla aklına bile getirmeyecek kadar kapılmış durumda bu illete!
Peki ne zararı var diyecek okurlarım olacaktır belki de!
İnsanın zamanın herhangi bir yerinde her şeyi durdurup kendisiyle yüzleşmesi, kendisiyle kalabalık kalması ve içine hicret etmesi oldukça zor bu devirde. Zira dışardaki gürültü o kadar yoğun ki içimizdeki sesi duyabilene aşk olsun.
Bu yüzden kendimizle neredeyse hiç “karşılaşmadan” yaşıyoruz biz. Biz bunu yapamadığımız gibi bu yokluğumuzu, yoksulluğumuzu, yoksunluğumuzu yüzümüze vuracak kimse de yok emin olun. Zira herkes aynı durumda.
Hemen her gün öyle büyük bir enformasyon sağanağının içinden geçiyoruz ki çok fazla şey başardığımız, çok şey atlattığımız zannına kapılıyoruz ister istemez. Günlerin muhasebesini yapma, hayata katabildiklerimizi görebilme alışkanlığımızı da çok zaman evvel tümüyle yitirmiş olduğumuzdan bu konudaki yoksulluğumuz dağ gibi birikiyor etrafımızda. Kendi gerçeğimizle, benliğimizle, vicdan aynamızla yüzleşmedikçe de girdiğimiz bu anaforun içinde tıkanıyor, tükeniyor, kıskıvrak mahpus kalıyoruz.
Tüm bunları görecek ahvalimiz kalmadığı için olsa gerek ki, kendimizi hayatın içinden gelip geçmekte olan fani yolcular olduğumuza ikna edecek bir delilimiz yok yaşadıklarımızda; aksine, buraya kalmaya gelmiş gibiyiz. Dilimizde inandığımızı belirten cümleler olsa da insanlığımızın yapıp ettiklerimizle, hayrımız ve şerrimizle, doğruluk ve yanlışlığımızla, günahımız ve sevabımızla bir yerde birikmekte olduğuna, bir kitaba yazılmakta olduğuna, bir hesaba eklenmekte olduğuna kalben inanmaya yatkın değil gibiyiz.
Kabul edelim veya etmeyelim iman ettiğimizi iddia ettiğimiz ötelerde, “hayatını neyle geçirdin, nelerle meşgul oldun?” diye sual edilse ki edileceğine iman etmişiz, apışıp kalacak bu devrin insanı. Çünkü toplumun bir parçası olduğumuz her yerde, isteyelim istemeyelim bu gaflet seline bir yerinden kapılıyoruz hepimiz.
Bu akıl boşalmasından, bu idrak çözülmesinden, bu kalp kirlenmesinden tek başına kurtulma şansımız da yok. Ne yapacaksak, bu ağır uykudan hep birlikte uyanarak yapacağız.
Aksi halde ayağımızın ucuna kadar gelen, her gün teknolojik oyuncaklarımızla gözümüze sokulan medya dolambaçlarına düşmekten, magazin dolmuşlarına binmekten, beş para etmez mevzulara ömür harcamaktan geri alamayacağız insanlığımızı.
Öyle ya herkesin gülecek bir saçmalık, konuşacak bir konu, merak edecek bir acayiplik peşinde olduğu bir yerde; “yaşamak ve yaşadığı çağa olan borcunu ödemek” gibi ciddi bir meseleyi, derdi, endişeyi nereye koyacak, kime nasıl anlatacaksınız?
Ya da bu konu açılmışken sormak lazım “bizde büyük sanatçı, düşünür, ilim adamı neden artık yetişmiyor” diye yaygara koparıyoruz ya hani, sahiden yetişmiş olsa kim, nasıl fark edecek o büyük sanatçıyı, düşünürü, ilim adamını bunca gürültünün içinde?
Bu kadar mı? Hayır tabi ki!
Farkındayız veya değiliz.
Çevremizi saran tehditler çemberi de giderek daralıyor. Hırsızlık, gasp, tecavüz, şiddet tırmanıyor. Uyuşturucu, alkol, tütün kullanımı artıyor, bunun yol açtığı bağımlılıklar nesilleri çürütüyor.
Evlerimizi çelik kapılarla, alarm sistemleriyle, güvenlik kameralarıyla, kapı nöbetçileriyle, demir parmaklıklarla, yüksek duvarlarla donatıyor, yine de kendimizi güvende hissedemiyoruz.
Üstelik sadece tarifi belirsiz saldırganlıklar değil bizi korkutan.
Çevresel felaketler sağlığımızı doğrudan tehdit eder hale geldi. Düne kadar adını bile duymadığımız onca hastalık ölümcül kollarını üzerimize doğru uzatıyor. Doğru dürüst bilgi sahibi bile olamadığımız ve kimsenin tam izahatını yapamadığı salgın hastalıkların korkusu geceleri uykumuzu kaçırıyor.
Kuşlar, tavuklar, sığırlar, keneler gibi daha düne kadar tabiatın bir parçası olan pek çok canlıyı bugün korkutucu düşmanlar olarak görüyor, sokaktaki evcil hayvanlara dahi dokunmaktan imtina ediyoruz.
Baz istasyonları, cep telefonları, manyetik alanlar, radyasyon yayan elektronik eşyalar, genetiğiyle oynanmış gıda maddeleri, koruyucu katkılarla birer zehir kaynağına dönüştürülmüş besinler, hepsinin ölümcül keskin kılıcı tepemizde sallanıyor.
Peki nasıl bu hale geldik?
Bize içini kendileri doldurdukları ama doğanın varlığından eser olmayan hayat tasarımları sundular, kayıtsızca kabul ettik.
Sonra tabiatla irtibatsızlığın içimize açtığı boşluğu kullanarak tabiatın türlü simülasyonlarını üreten bir endüstri kurup bir pazar oluşturdular ve tabiatı hangi şekliyle, ne şekilde hayatımıza kabul etmemiz gerektiğini söylediler.
Yetinmediler arabamıza atlayıp gidebileceğimiz rotalar, güzergahlar, parkurlar belirlediler. Hatta nerede kalacağımızı ne yiyeceğimizi ne alacağımızı gözümüzün içine soktukları medya tezgâhları kurdular. Yaprakta, çiçekte, kırda bayırda ne göreceğimizi, o gördüğümüzden ne şekilde ve nasıl etkileneceğimizi de sıkıca tembihlemeyi unutmadılar.
Kır ayakkabısı, gözlüğü, sırt çantası, filanca kemeri, falanca kayışı, su geçirmez saati, ter geçirmez tişörtü ve sair ıvır zıvırı üretip tabiatla bütün bunları denkleştirip önümüze sundukları için de tabiatı düşündüğümüzde filanca markanın gözlüğüyle, filancanın ayakkabısı, öbür markanın montu, diğerinin yağmurluğu, berikinin şemsiyesi ile canlanır oldu artık gözümüzde. Dolayısıyla tabiatın doğal bir tarafı kalmadı ve avucumuzda sadece bir simülasyon kaldı geriye. Bu simülasyonun içine girip sosyal medyaya yetiştirilecek tonla fotoğraf ve videoyu da yanımıza alarak öngörülmüş, tasarlanmış, kesilip biçilmiş birer paket hissiyatla evlerimize döndük.
Tabi bu bizim zihinlerimizin iğfali idi sadece. Bir de toplumsal iğfal planları vardı. Öyle ya ilkin birey sonra toplum olmalı idi.
İleri teknoloji adı altında insanları kitleler halinde öldüren, şehirleri baştan başa tarumar eden bombalar icat ettiler ve aşağıda çoluk çocuk var demeden, hasta yaşlı var demeden, o ölüm kusan bombaları insafsızca, acımasızca, vahşice şehirlerin üstüne bıraktılar ve bu sayede de kıyameti çağıran bir vahşetin kravatlı, üniformalı, önlüklü imparatorluklarını kurdular. Zira onların yüksek teknoloji dedikleri şey aslında böyle bir şeydi.
Bir taraftan bütün bunları yaparken, bir taraftan da küresel medyada boy gösterip; içinde ‘insanlık’, ‘özgürlük’, ‘demokrasi’, ‘uygar dünya’ gibi kelimelerin geçtiği o havalı nutuklarını atabiliyorlar hâlâ. Bize kalansa, bütün kazancı yine doğrudan onların ceplerine, banka hesaplarına giren kişi başına üç beş kelimelik sosyal medya isyanları.
Bugün bize “ileri teknoloji” adı altında yürüyen merdivenler, kendi kendine park eden arabalar, çok fonksiyonlu mutfak robotları, binlerce tv kanalı, bir tıkla dünyanın her yerine ulaşabileceğimiz hızlı internet, hayatımızın her köşesine dal budak salan ne idüğü belirsiz yazılımlar, kendi kendimizin fotoğrafını çekebileceğimiz becerikli telefonlar, beşi bir yerde tam mesai şarj cihazları, enerji sıkıntısını tarihe karıştıracak irili ufaklı nükleer santraller ve daha bir sürü şey satıyorlar ve bunların değişimine ayak uydurmak günümüz insanı için neredeyse imkânsız halde.
İçten içe kızsak da “yapmış adamlar kardeşim!” deyip ucundan hayranlık beslemeyi de ihmal etmiyoruz. Bu gizli hayranlığımızı kullanarak hepimizi bir şeylere bağımlı kılıyor; vazgeçemediğimiz oyuncaklarla, konforla, kontrolümüze aldığımızı sandığımız üç beş megabaytlık dijital güçle meşgul ediyorlar zihinlerimizi.
Artık bulaşık makinesi olmadan olmaz, dijital fotoğraf makinesi olmadan olmaz, daha fazla enerji olmadan olmaz, daha yeni cep telefonu, tablet olmadan olmaz zihniyetiyle bir ekonomik güç pompalıyoruz. Onlar da bu devasa güçle, bu kara düzenin devamı için her türlü itiraz ihtimalini yıkıp yok edecek zulüm cephaneliğini kuruyor.
Biz ise parmak uçlarımızla kendimize “dört başı mamur imparatorluklar” kurduğumuzu zannediyoruz. Dün, hiçbiri olmadığı halde bugün vazgeçmeyi artık aklımızdan bile geçiremeyeceğimiz zamane alışkanlıklarıyla uyuşuyor zihinlerimiz.
Ne yapacağız peki?
Kabul edelim ki “ne yapacaksak yaşama tarzımızı değiştirmeden olsun bu!” diyerek varabileceğimiz bir yer yok. O bombalar çocukların üstüne yağmaya, bizler de sosyal medyada isyan etmeye, lafazanlık yapmaya, kelime çitlemeye devam edeceğiz.
Öyle ya içine hiç şeker katmadığınız bir çayı saatlerce karıştırsanız da çay tatlanmaz. Çayı şekersiz seviyorsanız karıştırmanız abestir. Şekerli seviyorsanız, o zaman da çaya şeker katmayı unutmayacaksınız.
Sayfalar da yazılsa, ciltlerce kitap dile de gelse bizim asılsız astarsız sosyal bilinçlenme telaşımız da teknolojiye olan esaretimizi göremiyor oluşumuz; yazık ki şekersiz çayı karıştırmaktan öte bir fayda üretmiyor.
Sonuç olarak, öyle baş döndürücü bir hızla çözülüyoruz ki, yakında bir tuşa basmadan yapabileceğimiz hiçbir şey kalmayacak!
Feraset dileklerimle.
YORUMLAR