UTANILACAK BİR SÖZ: “ÇALSIN ANCAK ÇALIŞSIN!”
Başlıktaki bu sözden yola çıkarak bu yazıda ilkesizliği, fikirsizliği ve toplumsal bir çöküşü kısaca yazacağım.
Hemen belirtiyorum: Toplumsal tükeniş, davasızlık, fikirsizlik ve idealizmin yerini menfaat ve rantın alması ayrı bir mesele ve insanların bunu normal görmesi ayrı bir sorun.
“Çalsın ancak çalışsın.” Bir toplumun tükenişini bu sözden daha iyi anlatacak hangi söz vardır.
Bir toplumda yöneticilerin çalması kanıksanmış ise o toplumda hayır ve bereket kalmış mıdır?
İşte bu yazıda bunları anlatacağım.
Tabi biz bu hale nasıl getirildik? Buna cevap aramak gerekir.
“Çalsın ancak çalışsın.” Bu söz bir sonuçtur. Bu sonuca hangi yollardan gidildi?
Tabi sebepler çoktur. Ülkede aile, okul ve toplum üçgeninde maddiyatçı ve menfaatçı bakış, dinden imandan kopuş, eğitimde insanlarımızı başı boş, lay lay lom yetiştiren müfredat en büyük etkendir. Şunu söylemek istiyorum: “İnsanlarımızın yetiştirildiği üç esaslı kurum, aile, okul ve toplum bu vardığımız noktadan sorumludur.”
Bu Ülkede 12 Eylül 1980 Darbesi ve sonrasında yaşanılanlar da insanlarımızı fikirden, ülküden ve düşünceden korkutur oldu.
Öylece insanlar maddiyata, menfaata ve ranta yöneldiler.
Ever, artık dava’nın yerini tava aldı. Dava peşinde koşanlar, bir avuç ülkü neferi, bir avuç idealist hava aldı. Yani desteksiz kaldı. Ortalık çar çakala kaldı. Meydan rantçılara kaldı.
Evet, bu Ülkede “dava, fikir, ülkü ve idealizm 12 Eylül 1980’den önceye aittir.” (Bu sözlerim ile 12 Eylül’den önceki herkesi idealist görmüyorum. 12 Eylül’den sonraki herkesi de çıkarcı görmüyorum. Yalnızca genel müşahedemi belirtiyorum)
Benim gözlemlerim bu. Tabi şu da bir gerçek. Kıyıda köşede inandığı fikir ve dava için, idealleri için çalışan bir avuç insan çeşitli yerlerde (sivil toplum kuruluşlarında, partilerde, vakıf ve derneklerde) halen de vardır. Sözüm elbette onlara değil. Davası uğrunda çeşitli yerlerde ya da sosyal medyada mücadele eden sırf rıza-i ilahi için çalışan kişi parmaklarımızın sayısını geçmez. İnsanlar artık genelde maddiyatçı ve menfaatçı oldu.
Dava ehli ve menfaatsiz çalışan insan artık neredeyse kalmadı.
Ancak eskiden böyle değildi.
Memleketim Pazarcık’ta daha 14-15 yaşlarında gençliğe yeni adım atmış, bıyığı yeni terlemiş gençleriz. Mahallemize Ülkü Ocaklarını açtık. Vatan ve millet uğrunda Ülkü Ocağımıza her gün gidiyor ve orada kitaplar okuyor, çay içiyoruz. Ve Ülkü Ocağının tüm masraflarını, çayını, şekerini biz karşılıyorduk. 14-15 yaşlarındaki bir gençte ne para olacak? Babamızdan aldığımızın harçlıklarla Ülkü Ocağının masraflarını karşılıyorduk. Ülkü Ocağının çay ve şekerlerini bazen de evden temin ediyor, Annelerimizden çay ve şeker isteyerek ocağa getiriyorduk.
Bizim mahalledeki Ülkü Ocağının durumu böyle iken Pazarcık İlçemizin merkezde bulunan Ülkü Ocağının durumu farklı mıydı? Orada da herkes kendi imkanlarıyla ocak masraflarını karşılıyordu. Civar şehirlerden gelip de Adana ya da Malatya istikametine giden Ülkücüler de Pazarcık Ülkü Ocaklarına uğrarlar imkan varsa yemeklerini yerler, yoksa çaylarını içer giderlerdi. O yıllarda kimsenin aklına ne rant, ne menfaat gelmezdi. Herkes dava için, ülkü için hizmet ederdi. 12 Eylül 1980 Darbesinden sonra durum değişti.
12 Eylül 1980 Darbesini yapanlar için, inanç, fikir, ülkü sahibi olmak sanki öcü tehlikeli faaliyetlerdi. Bu değerler (iman sahibi olmak, ülkücü olmak, fikir sahibi olmak) öcü gibi gösterildi. İnsanlar kitap okudukları için suçlu ilan edildi.
Hiç unutmam. 12 Eylül 1980 Darbesi günleri idi. Jandarmalar, askerler başlarındaki komutanları ile sık sık evlere baskın yapıyorlardı. Aradıkları iki şey vardı. Silah ve kitap. Bizim ev iki odalı ve fakir bir ev idi. Bizim evde silah ne gezer. Devletimize bağlı ve sadakat içinde bir aileyiz. Bizim evde kitap aradılar. Benim gençlik yıllarımdaki kitaplarımı didik didik incelediler. Halı altlarına kadar kaldırıp kitap var mı diye baktılar. Sanırım bendeki bir kitabı sakıncalı bulup aldılar ve götürdüler. Ya da ben o sakıncalı diye nitelenen kitabı çatıda bir yere sakladım. (O sakıncalı kitap ne idi. Ya Sovyetlerdeki Esir Türklerin davasını anlatan ya da milliyetçilik üzerine bir kitap idi. Aradan 44 yıl geçtiği için o günleri net olarak hatırlamam mümkün değil, hayal-meyal hatırlıyorum)
O günlerdeki baskıcı anlayış ve kitaplara, fikirlere karşı bu sert duruş, insanları fikirden ve ülküden kopardı ve başı-boş bir hayata yöneltti. Özellikle gençler fikirden ve düşünceden korkar oldular. İşte bu ahvalde siyasette menfaatçiler ve rantçılık gelişti. Doğa boşluk kabul etmez. İdealizm ve Dava uğruna çalışmak yanlış gösterilirse, başka şeyler öne çıkar. 12 Eylül 1980 Darbesi insanları başka şeylere yöneltti.
İnsanlar, “madem fikir ve ülkü peşinde koşanlar damgalanıyor ve sistem dışına itiliyor, biz de ranta ve menfaate yönelelim” dediler ve o yıllardan itibaren “davanın boş, fikirlerin boş, düşüncelerin boş, haydi öyleyse sen de menfaate ve ranta koş” durumları başladı.
Maalesef o koşuş ve iman, fikir ve ülküden o kopuş hâlâ devam ediyor.
Fikir ve ülküden o kopuş ve menfaata yöneliş son 44 yılda öyle hâl aldı ki, “mücahitler, müteahhit oldu” sözü yaygın kullanılır oldu.
Tabi bunu her kesim fikir için söylüyorum bunu. Sağcısı solcusu, ülkücüsü selametçisi, milliyetçisi milli görüşçüsü aralarında hiç fark yok. Davanın yerini tava aldı. İnsanlarımız menfaatçi ve rantçı oldu.
Tabi yine tekrar ediyorum. Sağcı solcu, ülkücü selametçi, milliyetçi milli görüşçü bir kişi kendi görüşü uğrunda menfaatsiz ve rant odaklı olmadan mücadele veriyorsa, onlara saygım var. Onlar sözlerimden alınmasınlar.
Ancak şurası bir gerçek insanlarımız son 44 yıldır (12 Eylül 1980’den, yani askeri darbeden sonra) fikirden ve düşürmekten korkar oldular. İdealizm ve ülküden korktular.
Bu korku 28 Şubat 1996 post modern darbesinden sonra daha da arttı ve yine insanlar, fikirden, idealizmden ve ülküden koparak yine ranta ve menfaata yönelir oldular.
Gelinen son noktada muhafazakârlar, muhafazaKÂR oldu. Yani adamların tek düşüncesi fikir ve inancı muhafaza değil kârı muhafaza oldu.
Bu konuda ne kadar yazsak bitmez. Sözü uzatmayalım.
Yazımı bir anekdot ile bitiriyorum:
Adam 5 yıl bir ilçe, il ya da büyükşehir belediyesinde Başkan olarak görev yapmış. Görev süresi bitmiş. Tekrar belediye başkanı adayı yapılmamış. Artık normal vatandaş olmuş.
Bir yerde otururken, eskiden bir milletvekili olsa da artık kendisi gibi normal vatandaş olan birisiyle karşılaşmış.
Eski bir milletvekili eski bir belediye başkanına sormuş. “5 yılda ne kadar götürdün? Eğer şu kadar para götürmediysen sana yazıklar olsun.”
Evet, bundan çok çok eski tarihlerde yaşanmış bu anekdotu sizlere aktarmak istedim. (15 yıl kadar eski bir hatıra ya da biraz daha yeni)
Eski bir milletvekili, eski bir belediye başkanına, “ne kadar hizmet yaptın” diye sormuyor, “ne kadar para götürdün” diye soruyorsa söz bitmiştir.
Sırf milletvekili ya da belediye başkanı değil. Toplumun büyük kısmı da bir yerde dürüst görev yapanı “enayi” diye nitelendiriyor.
Toplumun geldiği nokta bu.
Evet, yazımın başlığında da yer aldığı ve utanılacak bir durum olduğu üzere, Belediye başkanlarının çalmasını normal görecek tarzda bu Ülkede “çalsın, ancak çalışsın” denilmedi mi? Halkın bir kısmı bu sözü söylemedi mi?
Nerede, nasıl söylendiğini de siz araştırın bulun.
Ahvalimiz bu. Hali pür melalimiz bu.
Yazılarımı genelde dua ile bitiririm: “Allah (cc) bu toplumun tüm fertlerini ve özellikle de siyasetçilerini ıslah eylesin.” Amin
Ahmet Sandal