NEHİRLER/ŞİİRLER : DENİZLER/GÖNÜLLER : ŞAİRLER/BÜLBÜLLER

Bu sabah yani 18 Temmuz 2024 günü bu sözleri terennüm ederek başladım güne. Terennüm dedim de bilir mi yeni nesiller terennüm nedir? Terennüm yürekten okumak, bülbül gibi şakımak, yeri gelip sevinçle coşmak, yeri gelip hüzünle yakınmaktır.

HASBİ VE HARBİ OLMAK

NEHİRLER/ŞİİRLER : DENİZLER/GÖNÜLLER : ŞAİRLER/BÜLBÜLLER

“Nehirler ve şiirler. İkisi de akar. Nehirler denize. Şiirler nereye akar? Gönüllere, gönüllere.
Ne denizler dolar. Ne gönüller. Bir de şairler var. Dertli bülbüller. Çaydır gıdası. Yârdir sevdası.”

Bu sabah yani 18 Temmuz 2024 günü bu sözleri terennüm ederek başladım güne. Terennüm dedim de bilir mi yeni nesiller terennüm nedir? Terennüm yürekten okumak, bülbül gibi şakımak, yeri gelip sevinçle coşmak, yeri gelip hüzünle yakınmaktır.

Ah şairler ah! Siz yürekten mi okursunuz? Siz bülbül gibi şakır mısınız? Tüm şairler elbette ne yürekten okur, ne de bülbül gibi şakır. Şair dediğin yürekten okur ve bülbül gibi şakır. Ancak kendisini şair sanan “şaircikler” var, saçmalayıp duruyorlar “karga misali.” Bu arada şaircikleri “kargalara benzettim.” Böyle bir teşbih için Dünya’nın kurulduğu günde son gününe kadar Dünya’ya gelmiş ve gelecek tüm “kargalardan” özür diliyorum. Sırf benzetmek ve teşbih yapmak için “kargaları örnek verdim ve teşbih yaptım.”

Eskiler “teşbihte hata olmaz” derlerdi. Ah, ah ah! Şimdiki, nesiller teşbih nedir onu da bilmezler. Teşbih hakkında biraz bilgi sunalım. Teşbih, benzetmedir. Arapça “şbh” kökünden gelen teşbih gelen “benzetme” kelimesi ile eş değerdedir. Günlük kullanımda teşbih, “benzetmek, benzeri ve dengi olduğunu söylemek” manasına gelir. Gençlere tavsiyem günlük konuşma dilini zenginleştirsinler. Dilde mevcut olan ve ecdaddan bu yana gelen dilimizi, Türkçe’yi, Osmanlıca’yı her ikisini de muhafaza etsinler. Şunu unutmasınlar “kamus, namustur.”

“Kamus, namustur” sözü Cemil Meriç’e ait bir sözdür. Haydaaa! Bir de kamus çıktı, onu da bilmezler ki gençliğimiz! Cemil Meriç’i bilirler mi gençlerimiz? Kamus ve Cemil Meriç hakkında da bilgi verelim. Kamus, sözlük ve lügat manasına gelir.
Düşünür (Mütefekkir) cemil Meriç hakkındaki bilgileri Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisinden sunalım.
Cemil Meriç: Balkan savaşları sırasında 1912’de Meriç nehri yakınlarındaki Dimetoka’dan Antakya’ya göç eden bir ailenin çocuğu olarak Reyhaniye (şimdi Reyhanlı) ilçesinde doğdu (12 Aralık 1916). Tam adı Hüseyin Cemil’dir. 1923’te Reyhaniye Rüşdiyesi’nde başladığı eğitimine 1928’de Antakya Sultanisi’nde (Lycée d’Antioche) devam etti. 1935’te liseyi bitirmesi gerekirken Fransız mandası altındaki Antakya’da o yıl liseler on bir yıldan on iki yıla çıkarıldığı için mezun olamadı. Milliyetçi eğilimlerinin ağır bastığı lise son sınıfta hocalarına yönelttiği eleştirileri yüzünden bitirme imtihanlarına on beş gün kala okulu terketmek zorunda kaldı. 1936’da İstanbul’a gitti ve on ikinci sınıfa Pertevniyal Lisesi’nde devam etti. Bu sırada Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla tanıştı. Geçim sıkıntısı yüzünden 1936 Mayısında Antakya’ya döndü ve lise öğrenimini Fransız liselerine özgü programı uygulayan Antakya Sultanisi’nde tamamladı. Dokuz ay kadar İskenderun’a bağlı bir köy okulunda öğretmenlik yaptıktan sonra İskenderun Tercüme Bürosu’nda başkan yardımcısı oldu.

nehirler-siirler-denizler-gonuller-sairler-bulbuller

Kısa sürelerle Nahiye Müdürlüğü, Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik ve belediyede katiplik gibi görevlerde bulundu. Nisan 1939’da göz altına alınarak Antakya’ya götürüldü. 1938’de kurulan ve 1939’da Türkiye’ye iltihak eden bağımsız Hatay hükümetini devirmekle Cemil Meriç’in arayışlarla geçen fikir hayatı kendi yaptığı bir tasnife göre şu dönemlere ayrılır: 1917-1925: Koyu Müslümanlık devri. 1925-1936: Şoven Milliyetçilik devri (Meriç soyadından önce bir ara Şaman ve Yılmaz soyadlarını kullanır). 1936-1938: Sosyalistlik devri. 1938-1960: “Araf” dediği kuluçka devri. 1960-1964: Hint devri. 1964’ten sonra ise sadece Osmanlıdır.
Eserlerinde Türkçe’nin hızla kan kaybetmesi ve mazi ile aradaki çatlağın her geçen gün biraz daha büyümesi, bunun Türk toplumunun bugünü ve yarını üzerinde icra edeceği yıkıcı tesirler üzerinde durmuştur. Bir düşünce geleneğinden mahrum olmaları yüzünden Eflâtun’un ünlü istiaresinde geçtiği gibi “mağara”ya kapatılmış olan Türk aydınlarının kısa zaman aralıklarında hızla burçtan burca savrulmalarına işaret etmiştir. Gerçeğin kimsenin tekelinde bulunmadığını, dolayısıyla ona ancak ortak bir gayret ve açık bir zihinle ulaşılabileceğini, sağ-sol çatışması gibi Avrupa’dan ithal edilen suni kamplaşmaların Türk insanı ve aydınının zaten zayıf ve mecalsiz bırakılmış dinamiğini iyice körelteceğini, aydınların kendi kültür köklerini olduğu kadar dünya kültürünü, içine girmek için Tanzimat’tan beri çırpındığımız Avrupa’yı bile son derece yetersiz ve sığ bir şekilde tanıdığını belirtmiştir. Türk aydınının Batı karşısında içerisine düştüğü aşağılık kompleksinin zararlı neticelerini, insan beyninin iki yarım küresi olan Doğu ve Batı’nın gerçekte bir bütün oluşturduğunu, dar ve ön yargılı düşünmeyi bir kenara bırakmanın fikir hayatımıza zenginlik kazandıracağını ifade etmiştir. Avrupa medeniyetine istihalenin ham bir hayal olduğu ve bir medeniyetin diğerine istihale edemeyeceği, ancak malzeme alabileceği, Türkiye’de kendi köklerine sahip yeni bir neslin yetişmesinin Osmanlıca, Arapça ve Farsça öğrenerek irfan hazinelerini, öte yandan bir Avrupa dili öğrenerek hür bir şekilde Batı’yı tanımakla mümkün olacağı vurgu yaptığı diğer görüşleri arasındadır.
Küçüklüğünden beri problemli olan görme duyusunun giderek zayıflaması üzerine 1954’te birkaç başarısız göz ameliyatı geçirdi. 1955’te gittiği Paris’te Quinze-Vingts Hastahanesi’nde geçirdiği bir dizi ameliyat da başarısızlıkla sonuçlanınca hayatının geri kalan kısmını gözlerini kaybetmiş olarak sürdürdü. Fikir hayatı ailesi, dostları ve sevenlerinin okuma ve söylediklerini dikte etme konusundaki yardımlarıyla devam etti. 1984’te beyin kanaması ve ona bağlı olarak felç geçirdi; ağır bir hastalık döneminin ardından 13 Haziran 1987’de İstanbul’da öldü ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Allah rahmet eylesin. Ruhu şad olsun.
İşte bu yazı bir akıştır. Yazı nerede başladı, nasıl cereyan etti ve nerede bitti? Bu yazıyı yazarken Cemil Meriç hakkında bilgi vermekten daha çok şiir ve şairce akış hakkında bazı gönlümden kopanları ve zihnimde çağrışım yapanları sizlere sunacaktım.
Sonuçta çağrışımda bulundum ve o çağrışımlar beni Mütefekkir Cemil Meriç’e kadar getirdi.
İlginçtir şiir ve ilginçtir şair olmak! Yol gider, yolcu gider. Şiir gider, şair gider. Ne yol biter, ne şiir biter.
Şiir bir yolculuktur. Şiir öyle bir yolculuk gibi bir nehrin akışı gibi bazen sakin ve bazen de coşkuludur.
Şair düşünce ve tefekkür insandır. Eğer bir şair düşünce ve tefekkür insanı değilse, bana göre şair değil, şaircik’tir.
Biz şiir nehrinde akıyoruz, gönüllere doğru. İnşallah hep dupduru akarız. İnşallah mutluluk ve huzur denizinde son bulur akışımız. Umudumuz bu yönde.
“Niyet halis, akıbet halis.” Halis nedir onu da belirtip yazımızı sonlandıralım. Halis demek saf, temiz ve katışıksız olmak manasına gelir. İhlas ile halis aynı kökten gelir. Halis kişi aynı zamanda ihlaslı, samimi ve hasbi kişidir. Saf, temiz ve katışıksız olmak, fıtrata uygun yaşamaktır ki, fıtrat ihlaslı olmayı gerektirir.
Bizim zaten köşe yazısı yazdığımız yerin adı, yani köşe yazısı yazdığımız gazete ve internet sitelerinde köşemizin adı “Hasbihal.” Hasbihal, samimi, temiz, katışıksız, doğru ve saf haldir. İnşallah bu hasbihal sonsuza dek bizim şiarımız olur.
Vesselam.
Ahmet SANDAL

Exit mobile version