Bugün gerek yapışıp kaldığımız ve gerekse de kendimize yapıştırdığımız ekranlar aracılığıyla bize dayatılan “modern akıl” haz ve hız üzerine bina edilen, ayartıcı güçlerin teslim aldığı “çıkar odaklı” bir akıldır. Zira bu akıl “tek dünyalıdır” ve ne varsa “şimdi, hemen, burada” ister. Ayrıca tek dünyalı olduğu için de vaat edilene değil peşin olana endekslidir.
Ancak bu aklın, zannımca en büyük özelliği şiddetten besleniyor oluşudur.
Bugün, teknolojisini tepe tepe kullandığımız “bu aklın” ürettiği mutfağımızdaki teflon kap kacaktan, mikrodalga fırına kadar, gündelik kullandığınız birçok eşyayı Pentagon’un kitle imha silahları geliştirmek için yaptığı deneylere borçlu oluşumuz ve bu cihazları kullanırken vücutlarımız emdiği radyasyonun da bu nimetin promosyonu oluşu benim bu tespitimi doğrular. Yani aslında, ortada zihinlerimize servis edildiği gibi “insanlar rahat etsin” diye yürek teri dökülen bir teknoloji üretimi yoktur!
Bizim ait olduğumuz manevi dinamiklerin öğütlediği akıl ise; ulaşılan bilginin insanlığın faydasına kullanılması, üretilen her değerle birlikte insanlığın kanayan yaralarına pansuman yapılmasını fısıldar ki; bu aynı zamanda elde edilen bilginin bir övünç kaynağı değil, insanın omuzlarına beraberinde ciddi bir “sorumluluk” yüklediği gerçeğini benliğimize çarpar.
Fark ettiyseniz iki akıl arasında “bilginin erdeminin muhafazası” gibi bir ayrım vardır.
Biri, erdem kavramından bağımsız dünyayı ele geçirme ve kendi cennetini yaratmak için dünyayı kendinden olmayanlara cehenneme çevirme uğraşını verirken; diğeri ise elde ettiği bilginin omzuna yüklediği sorumluluk ile, kendini insanlığa ve içinde yaşadığı çağa borçlu hisseder. Yani öbüründeki “sorumsuzluk” diğerinde “sorumluluğa” dönüşür.
Yani bilgiyi “sorumsuzca” kullanan akıl bilginin erdemini yitirmiş ve aynı zamanda bilgideki hikmetten mahrum olmuş; bilgiyi “sorumluluk” olarak gören akıl ise, bilginin erdemiyle birlikte kendisine “hikmet” kapısını açmış olur.
Zira hikmete ulaşmayan bilgi, muhatabında bir “şehvet” doğurur ve içindeki kibri besleyerek bu kibirle bir “hegemonya” oluşturma çabasına girer.
Daha açık bir tabirle, bilginin gücüne erişmekle “ilahlığa” soyunmuş olur ki; bugün kravatlı küresel katillerin yaptığı zulümlerin kaynağı tam da burada yatmaktadır!
Zira, erdem ve hikmetten yoksun akıl bu yüzden kendi yumurtasını pişirmek için dünyayı her anlamda ateşe vermekten zerre kadar endişe etmemektedir.
Peki biz bu bilgi krallığına nasıl yenildik veya (rahmet olsun) Cemil Meriç’in de deyimiyle “aslan medeniyeti” iken “tilki krallığına” nasıl yenik düştük?
Allahualem Kerbübela Romanı’nı yazarken denk gelmiştim.
Bundan yaklaşık 1500 yıl öncesi.
Yer Kerbela.
Zaman İlahi beyanın adeta kanatıldığı ve gök ehlinin dahi ağladığı bir zaman!
Mekân, yetmiş iki Peygamber(sav) torununun bizzat aynı dinin müntesipleri tarafından hunharca şehit edilerek, cesetlerin kurda kuşa yem olsun diye bırakıldığı ve gövdelerinden koparılan mukaddes başların, dünyalıkların hayaline kapılmış ahmaklarca, muktedirlere ikram edildiği bir mekân.
Yaşamı boyunca ‘şehadete layık’ bir yaşam süren ve vahyin göğsünden süt emen Hz. Hüseyin(ra), babadan aldığı genlerle onları çepeçevre kuşatan ve çoluk çocuk gözetmeden bir yudum su, bir lokma ekmeğe muhtaç bırakan zalimlere oldukça etkili bir konuşma yapar.
Konuşma o denli etkili olmuştur ki; Yezid’in askerlerinden on civarında asker, gözyaşları içinde ellerindeki kılıçlarla Hüseyin’in safına katılır ama konuşma, sayısı binleri bulan diğer askerlerde herhangi bir etki yaratmaz.
Bunun üzerine, babasının hitabetini zaten bilen oğlu Ali Ekber, hayıflanır;
“Onlar, kendi haramlarına el vurdurmuyorlar. Fakat helallerimize, hatta farzlarımıza kirli ayaklarıyla destursuz dalıyorlar. Seni neden dinlemiyorlar baba veya sözlerin neden onlarda tesir etmiyor?”
Hz. Hüseyin (ra)’in verdiği cevap, yüzyıllar ötesinden çağımızın da karanlığına ışık tutmaktadır;
“Allah’a rağmen Müslüman olunamaz evladım! Sözlerim tesir etmiyor evet; çünkü, onların midesi Yezid’in verdiği haram lokmalarla dolu!”
Hz. Hüseyin (ra)’in çağlar ötesinden zamanın kirli nefesine fısıldayan bu gür sedası, zihninizde nasıl bir sekme açtı bilmiyorum ama biliyorum ki söz yürekte pişer, zihinde demlenir ve dudaklar bu sözlere tercüman olursa ulaşacağı adres yine kalptir.
Ancak; sözün kalbe ulaşmasının önünde başka bir engel daha vardır ki, bu engel muhatabın kalbinin temizliğidir.
Kalbi kirleten ise, pek tabi ki niyetle beraber mideden içeri girendir ki, yutulan lokma “pak” değilse hem ruhu hem cesedi hem kalbi necis kılar.
Şimdi anlaşılıyor mu biraz olsun; çitlediğimiz onca kelime ve cümleye rağmen, kelimenin iffeti neden bizde etki etmiyor, sözün namusu neden artık kimseye marifet libası giydiremiyor ve biz bilginin ulaşılması gereken erdemine ulaşıp, neden bu bilgiyi üzerinde tepindiğimiz manevi mirasa rağmen neden hayatlarımıza nakşedemiyoruz!
Tabi bu bizim penceremizdeki yansıması.
Madalyonun bir de öbür yüzü var;
Geçen yüzyılın kodlanan zihinsel mantığıyla hemen hepimiz, dünyayı ‘gelişmiş’ ve ‘gelişmemiş’ bloklar olarak ikiye ayırmayı alışkanlık edindik.
Zira bugün bakın zihin torbalarımıza dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun herhangi bir insanın algısında ‘gelişmiş’ olan sadece ‘batı’ ve ‘gelişmemiş’ olan da dünyanın geriye kalan kısmıdır!
Pek tabi ki ülke ya da toplumların neye göre ‘gelişmiş’ sayıldığı veya neye göre gelişmemişliğe mahkûm edildiği konusunda tek kriter ekonomik güç değildir. Çünkü bize kodlanan bu ayrım, aslında “zihinsel” bir ayrımdır ve arz ettiğim gibi geçmişten devralınmıştır.
Ama tam da bu noktada zihinlerimize ‘gelişmiş’ olarak kodlanan bütün güçlerin, sömürgeci geçmişleri olduğunu atlamamak gerekiyor. Terazinin diğer kefesindeki ‘gelişmemiş’ olarak lanse edilenlerin ortak noktası da çoğunlukla sömürülmüş olmalarıdır. Evet!
YORUMLAR